"Sinema, gelecekteki dünyanın bir dönüm noktasıdır. Şimdi bize basit gibi gelen eğlence olan radyo ve sinema bir çeyrek asra kalmadan yeryüzünün çehresini değiştirecektir . Japonya'daki kadın, Amerika'daki zenci, Eskimo'nun ne dediğini anlayacaktır. Tek ve birleşik bir dünyayı hazırlamak bakımından sinema ve radyonun keşfi yanında tarihte devirler açan matbaa, barut, Amerikanın keşfi gibi olaylar oyuncak nisbetinde kalacaktır. "
Mustafa Kemal Atatürk
Peter Joseph’in ünlü filmi Zeitgeist The Movie hayatımıza 2007 yılında girdi. 2008 yılındaysa piyasaya Zeitgeist Addendum çıktı. Her iki film de kısa sürede büyük bir popülerliğe kavuştu. Yakın bir tarihte üçüncü filmin gösterime gireceği ilân ediliyor. İnternet üzerinden bedava indirilebilen filmlerin yaklaşık 100 milyon kişi tarafından izlendiği tahmin ediliyor. Mesele sadece sayıyla da ilgili değil. ABD ve sistem karşıtı çevreler arasında Zeitgeist’ın savunduğu fikirler hızla yayılıyor. İnternet sayesinde Zeitgeist Hareketi adı altında örgütlenmeye çalışılıyor. Peki, Zeitgeist hakikaten bir sistem eleştirisi yapıyor mu? Kaynakları ne kadar güvenilir? İleri sürdüğü tezler hangi dünya görüşünün ürünü? 11 Eylül Olayları ya da perde arkasından dünyayı yönetenler hakkındaki iddiaları komplo teorisi mi yoksa Amerikan karşıtlığı mı? Dinler tarihi bir aldatmacadan mı ibaret? Zeitgeist ile New Age akımları arasında bir ilişki var mı? Venüs Projesi gerçekleşebilir mi? Enerji konusunda söylenenler doğru mu? Zeitgeist Ne Anlatıyor? bütün bu sorulara çeşitli yanıtlar veriyor. Farklı yazar ve araştırmacılar Zeitgeist belgesellerini farklı açılardan değerlendiriyor. Emrah Alpat, Zeitgeist The Movie’nin dine bakışını ve ileri sürdüğü tezleri büyük bir titizlikle inceliyor. Sinema eleştirmeni Tunca Arslan, her iki filmin sistem karşıtlığını eğlenceli bir üslupla ele alıyor. Araştırmacı yazar Erol Bilbilik enerji meselesinden yola çıkarak Zeitgeist’a değişik bir açıdan yaklaşıyor. Haluk Hepkon, her iki filmin komplo teorileri ve New Age akımlarla ilişkisini değerlendiriyor. Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi Enstitüsü’nde görev yapan Karin Liebhart ise ufuk açıcı makalesinde ezoterik ve okültik akımların aşırı sağcı akımlarla olan bağlantılarını gözler önüne seriyor. Zeitgeist Ne Anlatıyor? Zeitgeist filmlerini izleyen, izlemeyi düşünen ya da popüler kültürün son ürünü olan bu filmlerin etrafında kopan tartışmaya ilgisiz kalmak istemeyen herkese eleştirel ve farklı bakış açıları vaat ediyor. (kitaptan)
“İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’nden Venüs Projesi’ne”
İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi
Atatürk’ün SOSYAL FABRİKA PROJESİ dışındaki “akıllı projelerinden” biri de İDEAL CUMHURİYET KÖYÜ PROJESİ’dir.
“Köylü milletin efendisidir” diyen Atatürk, Türkiye’nin “tabandan kalkınması” için 1937 yılında İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’ni hazırlamıştır. Atatürk’ün üzerinde çalışarak uygulanmasını istediği bu proje, Afet İnan’ın “Devletçilik İlkesi” ve “Cumhuriyetin Ellinci Yılı İçin Köylerimiz” adlı kitaplarında yer almıştır.[1] Afet İnan, aslını TTK’ya bağışladığı, Atatürk’ün “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi”nin belgesini, Trakya Umumi Müfettişi General Kazım Dirik’ten aldığını ve Atatürk’ün bu projeyi onaylayıp geliştirerek uygulanmasını istediğini belirtmiştir. Afet İnan, Cumhuriyet’in 50 yılı nedeniyle 1970’lerde tekrar gündeme gelen projenin hayata geçirilmesi için Bayındırlık Bakanlığı ve valilere mektuplar göndermiştir. 70’li yıllarda bu projenin hayata geçirilmesi için “çalışma atölyeleri” bile kuran Afet İnan, finansman sorununun çözülmesi için Meclis’e yasa tasarısı sunulmasına da önayak olmuştur. Ancak proje bir türlü hayata geçirilememiştir. İşte bir zamanlar Başbakan Bülent Ecevit’in “Köykent” ve MHP’nin ‘Tarımkent” projelerinin esin kaynağı Atatürk’ün bu ‘İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’dir. Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’nin amacı “çağdaş” ve “çevreci” bir köy yaratmaktır. İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, daire yerleşim planına sahiptir. Daire planın tam merkezindeki küçük dairenin etrafına, gittikçe genişleyen dört daire eklenmiştir. Plan, bu yönüyle ilk bakışta bir “dart tahtasını” andırmaktadır. Merkezden çevreye doğru helezonik bir biçimde gittikçe genişleyen dört parçalı köy planı, merkezden dışa doğru 6 yolla bölünmüştür. Aslı Türk Tarih Kurumu’nda muhafaza edilen “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi”nde okul, cami, köy konağı, sağlık ocağı, otel–han, çocuk bahçesi ve fabrika dahil toplam 43 yapı bulunmaktadır. Plana göre köyün orta yerine yapılacak ‘anıt’ın etrafında sosyal tesisler, terzi, bakkal, berber gibi mekanlar yer alacaktır. Planın tam merkezinde bir “anıt” vardır. Merkezin hemen sağına “Köy Meydanı” yerleştirilmiştir. Köy Meydanı’nda ise “Köy Parkı” ve “Çocuk Bahçesi” vardır. Köy Parkının ve Çocuk Bahçesinin çevresinde ise oyun yeri, telefon, itfaiye, çeşme, havuz ve tuvalet göze çarpmaktadır. Planın sağında, en dış çemberden dışa doğru açılan alanda çok geniş bir koruluk vardır. Koruluğun sonundaki çayın kenarında kuzeyde değirmenler, güneyde ise “yaş ve kuru yonca ile hayvan pancar tarlası” görülmektedir. Planın sağ üst köşesinde “Hayvan Mezarlığı” , sol üst köşesinde ise “Asri mezarlık” vardır. Planın yine sol üst köşesinde “Kireç ve taş ocakları”na yer verilmiştir.
Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü’nde
yer alan kurumlar, yapılar ve alanlar şunlardır:
1. Okul ve Tatbikat Bahçesi,
2. Öğretmen Evi,
3. Halk Odası (CHP Kurağı)
4. Köy Konağı,
5. Konuk Odası,
6. Okuma Odası,
7. Konferans Salonu,
8. Otel Han,
9. Çocuk Bahçesi,
10. Köy Parkı,
11. Telefon Santralı ve Köy Söndürgesi,
12. Radyolu Köy Gazinosu
13. Ebe ve Sağlık Kurucusu,
14. Tarımbaşı,
15. Hayvan Sağlık Kurucusu,
16. Sosyal Kurumlar,
17. Ziraat ve Et İşleri Müzesi,
18. Gençler Kulübü,
19. Hamam,
20. Etüv Makinesi (Buğu s.)
21. Köy Yunak Yeri,
22. Cami,
23. Revir,
24. Kooperatifler
25. Köy Dükkanları,
26. Spor Alanı,
27. Damızlık Tavuk, Tavşan ve Arı İstasyonları,
28. Damızlık Ahır (Aygır ve Boğa)
29. Kanara,
30. Mandıra,
31. Değirmenler,
32. Fabrika,
33. Asri Mezarlık,
34. Hayvan Mezarlığı,
35. Kireç, Taş, Tuğla ve Kiremit Ocakları,
36. Yonca ve Hayvan Pancar Tarlası,
37. Koruluk,
38. Köy Gübreliği
39. Fenni Ağıl,
40. Pazar Yeri ve Köy Zahire Locası,
41. Aşım Durağı,
42. Panayır Yeri,
43. Selektör Binası
İşte Atatürk’ün, 1937 tarihli “İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi”!… Uygulandığı halde aşiret, tarikat eksenli “feodal yapıyı” yok ederek, kalkınmayı ve aydınlanmayı “tabandan”, “köyden” başlatacak; merkezinde “insan”,”hayvan” ve “doğa” olan bir “akıllı proje”!… Hayvan mezarlığıyla, geniş yeşil alanlarıyla, koruluklarıyla, yaş ve kuru yonca, hayvan pancar tarlasıyla, tavuk, tavşan, arı, aygır ve boğa istasyonlarıyla, hayvan sağlığını koruma merkeziyle dört dörtlük gerçek bir “çevreci” proje… Bugün, Türkiye’nin kurtuluşunu, HES’lerde, “çılgın kanal projelerde” görenlerin “çevreye” verdikleri önemle, “İdeal Cumhuriyet Köyü”nün mimarı Atatürk’ün “çevreye” verdiği önemi şöyle bir karşılaştırın bakalım ne sonuç çıkacak!… Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, sadece bir Türkiye projesi değil, bir dünya projesidir; hatta geleceğin projesidir.
Şöyle ki:
Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi
Geleceğin Venüs Projesi Olmuş
Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, dünya çapında bir hareket olan ve “tüm insanlığın iyiliği için bilimsel yöntemlerle büyük bir sosyal kalkınmayı” savunan Zeitgeist Hareketi tarafından geleceğin “Venüs Projesi” olarak dünyaya sunulmuştur. Dünyayı kasıp kavuran Zeitgeist filmlerinde[2] anlatılan “Venüs Projesi” dikkatle incelendiğinde Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’nden (ç)alıntı olduğu görülecektir. 1916 yılında doğan Jacque Fresco, şu sıralarda Venüs Projesi’nin yaratıcısı olarak anılmaktadır. Zeitgeist Hareketi, 3. filminde Venüs Projesi’ni anlatmıştır. Proje, gelecekteki medeniyetin nasıl planlanması gerektiğine dair tespitlerde ve ön görülerde bulunmaktadır. Filmde, Venüs Projesi’yle ilgili çizimler yer almakta ve teknoloji ile çevrenin ideal kullanımından bahsedilmektedir.[3] Venüs Projesi çizimlerindeki “şehir planının” Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi’ndeki “köy planına” şaşırtıcı derecede benzemesi, bir kez daha Atatürk’ün “dehasını” ve bizlerin bu dehaya karşı nasıl “kayıtsız” kaldığımızı göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Sinan Meydan İLK KURŞUN 1 Mayıs 2011 [1]A. Afet İnan, Cumhuriyetin Ellinci Yılı İçin Köylerimiz; A. Afet İnan, Devletçilik İlkesi, Ankara, 1972, Ek, 7., [2] İlk belgesel film, 2007’de Zeitgeist: The Movie, ikinci, Zeitgeist: Addendum 2008’de yayınlanmıştı. Zeitgeist”in 3. filmi Zeitgeist – Moving Forward adıyla vizyona girmiştir., [3] Mehmet Öcal, “Atatürk’ün İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, Venüs Projesi Olmuş”, Eğitim Yuvası Formu, 30 Nisan 2011.
Leonor Varela, Adrian Alonso, José María Yazpik, Ofelia Medina, Carlos Padilla
Film gerçek bir olaya dayanıyor. 1980′de, küçük bir ülke olan El Salvador’da ordu ile bölgedeki köylüler arasında bir anlaşmazlık başlar. Voces inocentes Çok geçmeden köylüler örgütlenip FMLN (farabundo martí national liberation front) olarak bilinen gerilla ordusu halini alır. Innocent Voices 12 yaşındaki çocuklar zorla askere alınmaktadır. Masum Sesler , gerillalarla ordu arasında sıkışıp kalan son köylerden biri olan Cuscatanzingo’da yaşayan 11 yaşındaki Chava’nın gözünden savaş gerçeğini anlatmaktadır.
Latin Amerika, Batı yarımkürenin İspanyolca ve Portekizce konuşulan alanlarını, yani Meksika’yı, Orta ve Güney Amerika’nın büyük kesimlerini ve Batı Hint adalarının bir bölümünü içerir. 15. yüzyılın sonlarında Avrupalılar bu alanları sömürgeleştirmeye başladığında, ileri derecede gelişmiş üç Kızılderili uygarlığı bulunmaktaydı. Orta Amerika’daki Mayalar ve Aztekler ile Peru’daki İnka uygarlığı ateşli silahları tanımadıkları için Avrupalılara karşı koyamadılar. Bu uygarlıkların İspanyollar tarafından yok edilmesi, dünya tarihinin en trajik olaylarındandır. 1492-1542 tarihlerinde yoğun bir İspanyol kolonileşmesi başlamış ve 300.000 İspanyol yeni dünyaya yerleşmiştir. 17. yüzyıldan itibaren ise özellikle İspanya, Portekiz ve İtalya’dan olmak üzere yaklaşık 20 milyon kişinin Avrupa’dan Orta ve Güney Amerika’ya göç etmiştir. Bugün Güney Amerika’da yaşayan yaklaşık 50 milyon kişinin kökenlerinin bu ülkelere dayandığı tahmin edilmektedir. Latin Amerika'yı arka bahçesi ilan eden ABD iki yüz yıldır kıta halklarıyla kirli yöntemlerle savaşmaktadır. ABD’nin kıta'da yaşanan yüzlerce askeri darbede doğrudan parmağı oldu. Bütün bunları gene demokrasi geliştirme ve özgürlükler adına yaptı. Latin Amerikalılar ise ABD’ye karşı kendini savunmak için ya diğer güçlerle işbirliğini denediler ya da içlerinden halk kahramanları çıkardılar. EL SALVADOR : Latin Amerika’nın cinayetler ülkesi olarak ün yapmıştır. 1931-1944 arasındaki yerli ayaklanmaları sırasında 15 binden fazla insanı katletmiştir. Özellikle 1979 yılından sonra CIA tarafından Arena partisiyle birlikte oluşturulan ölüm mangaları, toplam 70 bin kişiyi katletmiştir. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların olduğu ve birçok katliama da bizzat katıldıkları resmi belgelerle kanıtlandı. ARJANTİN : 1831’den beri ABD’nin gizli işgalini yaşayan Arjantin’deki 1976 cuntası, Latin Amerika tarihinin en kanlı cuntalarındandır. Bugün iki ülke ilişkileriArjantin’in Venezüella’ya yakınlık duyması ve ABD’nin dostça olmayan tutumu nedeni ile pekiyi durumda değildir. BOLİVYA : Sadece 1947-1952 arasında çoğu madenci ve tarım işçisi 30 bin kişi ABD destekli cuntalar tarafından katledildi. Bundan öncesinde kışkırtılan bölgesel savaşlarda ölen Bolivyalıların sayısı ise on binlerle ifade edilmektedir. Yüzlerce Bolivya cuntasının hepsi de ABD ve CIA desteklidir. Cinayetlerin en önemlisi Che Guavera’nın 1967’de CIA ajanları ve Bolivya ordusu tarafından yaralıyken kurşuna dizilerek katledilmesidir. BREZİLYA : CIA destekli 1964 darbesi tarihindeki en kanlı olaylardandır. Üç-dört yıl içerisinde cuntanın ABD ile işbirliği yaparak kurduğu “Ölüm Filoları” iki binden fazla kişiyi katletmiştir. GRENADA : 1979’da iktidara gelen sosyalist eğilimli Bishop’un katledilerek, devrildi. ABD, Grenada’yı 1985’e kadar işgali altında tuttu. GUATEMALA : 1954 yılında CIA, ABD’nin United Fruit Company'ne ait toprakları millileştiren demokratik yollarla seçilmiş Başkan Jacobo Arbenz Guzmani hükümetini askeri darbe ile düşürdü. Darbe, Guatemala’da 40 yıl süren bir istikrarsızlık ve vahşet dönemi başlattı. CIA’nın organize ettiği askeri cunta ve onun takipçileri terör ve ölüm mangaları ile ülkede 30 yıl içinde askeri yönetim altında 100.000 kişi öldü. İç savaş ancak 1999 yılında sona erdi. HAİTİ : 1915’teki ABD işgalinden sonra en kanlı kıyımlardan nasibini aldı. ABD destekli cuntalar süresince 1957’den 1971’e kadar Haiti’de 26 bin kişi öldürüldü. KOLOMBİYA : Bu ülkedeki manzara da tam bir faciadır. 1948’de United Fruit Company ve Standart Oil’in isteği üzerine CIA’nın Kolombiya devlet başkanı Gaitan’ı öldürmesiyle başlayan cunta ve cinayetler döneminde 300 binden fazla kişi öldürüldü. Kolombiya halkı, bugün hâlâ ABD ordusunun katliamlarıyla karşı karşıyadır. 1964 yılında kurulan Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) Batılı kaynaklar tarafından uluslararası basına daha çok uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili tanıtılmakla birlikte amacı ülkedeki Amerikan varlığına son verilmesidir. Amerikan kıtasında ABD, Kanada ve Şili, FARC’ı terörist örgüt olarak görürken; Venezüella, Brezilya, Arjantin, Ekvator ve Nikaragua bu sınıflandırmayı reddetmiş, hatta Cenova Sözleşmesi’ne uygun gerçek bir ordu olarak kabul etmişlerdir. KÜBA : 1898’deki ABD işgalinden 1959’a dek kukla hükümetler tarafından yönetilen Küba, 1959’da Castro ve Che Guavera ile boyunduruktan kurtuldu. 1962’de sosyalizmi yıkmak için ABD tarafından yapılan Domuzlar Körfezi çıkarmasının başarısızlığa uğramasından sonra da yüzlerce suikast planı ve provokasyon birbirini izledi. Her yönden başlatılan ambargo ise bugün hâlâ devam etmektedir.
MEKSİKA : Bu ülkenin tarihi aynı zamanda ABD’nin saldırganlığının tarihidir.1848’de topraklarının büyük bölümünü ABD’ye kaptıran Meksika’da 1909’da Zapata ve Panço Villa’nın önderliğinde başlatılan köylü ayaklanmalarının bastırılması ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi ile oldu. Zapata ve Villa çeşitli tuzaklarla katledildi. Meksika, o günden beri cuntalar ve sık sık taraf değiştiren hükümetler tarafından yönetilmektedir. NİKARAGUA : 1885’te Amerikalı korsan Walker’in işgali ile başlayan dönem sonrası 1894’te bu ülke tam bir ABD eyaleti haline getirildi. 1926’da başlayan Sandino direnişinin bastırılmasından sonra ABD’nin adamı, Latin Amerika tarihinin en kanlı diktatörlerinden Somoza’nın iktidarı başladı. Somoza, 1979’da Sandinista gerillaları tarafından düşürüldü. 1985’e kadar geçen sürede Miami’de örgütlenen kontra çetelerinin saldırılarında 11 bin Nikaragualı yaşamını yitirdi. Ülke ekonomisi sabotajlarla mahvedilerek, yönetimin seçim sandıklarında terk edilmesinin zemini hazırlandı. PANAMA : Her zaman kukla hükümetler tarafından yönetilen Panama’da en basit eylemler bile en vahşi yönetmelerle cezalandırıldı. 1990 yılında uyuşturucu ticareti yaptığı bahanesiyle Panama devlet başkanı ve eski bir CIA ajanı Noriega’nın tutuklanıp ABD’ye götürülmesi tam bir komedi idi. PERU : 1780’de başlayan Kızılderili katliamından beri cinayet makineleri hiç boş durmadı. 1968’den en son diktatör olan Fujimori’ye dek her zaman baskı ve zulümle yönetilen Peru’da sadece 1980’den bu yana 30 bin kişi işkenceler ve kurşuna dizmeler yoluyla öldürülmüştür. ŞİLİ : ABD kökenli çokuluslu şirketlerin (özellikle ITT) isteği üzerine CIA tarafından tasarlanan darbe ile 1973’te general Pinochet iktidara getirildi. Darbenin ilk gününde başta solcu başkan Allende dahil olmak üzere toplam 35 binin üstünde insan işkencelerle, kurşuna dizmelerle katledildi, sakat bırakıldı. Şili cuntası ABD ve IMF’den tarihin en yüksek yardım ve kredilerini aldı. Ancak buna rağmen Pinochet döneminin sonunda Şili ekonomisi tam bir harabe halindeydi. URUGUAY : ABD, 1964-1971 yılları arasında Uruguay seçimlerine el attı ve baskı politikalarını destekledi. 1968 yılında halk hareketleri zirve yapınca 1970 yılına kadar ABD, Uruguay polisine ayaklanmaları kontrol eğitimi vermeye devam etti. ABD’nin Uruguay ordusu ile işbirliği neticesi; Uruguay, 1973-1985 yılları arasında askeri diktatörlüğün pençesine düştü. Latin Amerika’daki en baskıcı yönetimden kurtulmak ancak 1990’da mümkün oldu. VENEZÜELLA : Bu ülke de CIA operasyonlarının deneme laboratuarı oldu. Petrol üretimi bakımından önemli olan Venezüella ABD’nin güneydeki yatırımlarının %66’sını barındıran ülke olarak her zaman cuntalar ve faşist yönetimlerin elinde oldu. Tarih boyunca ABD’nin yakın müttefiklerinden biri olarak görülen Venezüella, Chávez’in iktidara gelişinin ardından ABD’nin ikili ilişkilerde en çok gerilim yaşadığı ülkelerden biri haline gelmiştir.
BUGÜNKÜ LATİN AMERİKA VE ABD
Sosyalist eğilimler son yılarda Latin Amerika’da yeniden canlanma dönemine girdi 1980’lerde kendi demokrasi standardı ile sol gerilla gruplarına savaş açan Ronald Reagan’dan 20 yıl sonra Latin Amerika’ya sol hükümetler geri gelmeye başladı. Venezüella, Bolivya, Arjantin, Meksika ve Peru, sol eğilimlerin iktidara gelme şansı her zaman en çok olan ülkelerdir. Bu ülkelerde bugün ABD petrol şirketleri millileştirilirken Çin, Küba ve Venezüella ile birlikte Florida’ya 45 mil açıkta petrol aramaktadır. Latin Amerika halkları, tarihleri boyunca ABD’nin ekonomik ve siyasi politikalarından “doğrudan” etkilendiği için, bu coğrafyada “doğrudan” ABD’ye yönelik bir öfke ve sol eğilim çok güçlenmişti. Latin Amerika’nın birçok ülkesinin 1990’ların sonundan itibaren kitlesel ayaklanmalar, halk isyanları ve genel grevlere sahne olmasında, ABD politikalarına, özellikle de Washington Konsensüsü’nün serbest piyasa politikalarına karşı oluşan öfkenin büyük payı vardı. Soğuk Savaş sonrası uluslararası ortamda, ABD karşıtlığını kullanmak için, Chávez gibi popülist liderlerin eline büyük bir fırsat geçmiş oldu.
SONUÇ
200 yıldır Latin Amerika’da çok şey değişti. Ancak, bugün de dış güçler Latin Amerika’da oldukça aktiftir. Fransa, Latin Amerika’da Guyana kolonisini hala elinde tutarken, ABD ve İngiltere Karayiplerdeki adaları kontrol etmeye devam ediyor. ABD, 2004’de Haiti’deki seçimlere müdahale etmek için gene asker gönderdi. Chavez’in Venezüella’sında CIA’nın çok aktif olduğu aşikâr haldedir. Sovyetlerin çözülüşünün ardından kendini dünyanın tek hâkimi gören ABD, "Soğuk Savaş" döneminden aşağı kalmayan politikalarını sürdürmeye devam etmektedir. Kendi halkı için "ulusal güvenlik" türünden gerekçeler, ABD saldırı politikası için bir kılıf işlevi görmeye devam etti. Amerika’nın güvenliğine (çıkarlarına) karşı koyanlar geçmişte darbeler bugün ayaklandırılan halklar ile devrilmekte, direnenler “savaş suçlusu” ilan edilmektedir. Hâlbuki hukuksal açıdan bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana görev yapan her Amerikan başkanını uluslararası mahkemeye götürebilecek pek çok kesin kanıt vardır. Bu başkanların hepsi ya düpedüz savaş suçlusudur ya da ciddi savaş suçlarına karışmıştır. Bizlere sunulan "demokrasi" ve "özgürlük" söylemi ise dışarıdaki halkı uyutmak için, yani beyin yıkamaya yönelik bir temadan ibarettir. Gerçekte olan çevrenin sömürülmesi, bunun için yeni pazarlar yaratılması, özelleştirme yolu ile ülke kaynaklarına el konulurken, demokrasi söylemi ile ülkelerin iç parametrelerinin pro-amerikan kişilerce elde tutulmasıdır. Latin Amerika ülkeleri; ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan önemli bir atılım yapmadıkça kısa vadede bugünkü durumlarının değişmesi kolay gözükmemektedir. İçişlerine başka devletler karıştığı sürece ve kendi doğal zenginliklerine sahip olamadıkça, tıpkı Ortadoğu ve dünyanın başka bölgelerinde de olduğu Latin Amerika'da da barış ve daha iyi bir yaşam uzak bir umut olmaktan öteye geçemeyecektir. Latin Amerika, Ortadoğu’da olduğu gibi dünyanın hemen her yerinde az gelişmişliğin ve siyasi istikrarsızlıkların arkasındaki temel sorun; demokrasi ve özgürlüklerden önce dış güçlerin varlığı ve bölge ülkelerinin siyasi, ekonomik ve kültürel olarak sömürülmesidir. Bu sebep, dünyanın her yerindeki terör ve direniş hareketlerinin gerekçesidir ve dünyaya geçmişten bugüne terörle mücadele diye sunulan tüm konseptler (ayaklanmalara karşı koyma, düşük yoğunluklu savaş, terörle küresel savaş vb.) aslında hegemon güçlerinin kendi özel gündemlerini dolaylı yollardan uygulamak için uydurdukları bir kılıf olmaktan öteye gidememiş, hep yenilgiyle son bulmuş, çünkü sömürülen insanların beyninde fikirler savaşını kazanamadığı için direnişler kalıcı hale gelmiştir. Doç.Dr.Sait Yılmaz İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Strateji Araştırma Merkezi (USAM) Başkanı
“Artık HES’lere ve yaşama zarar veren her şeye daha yüksek bir SES VER’menin zamanı geldi.”
Kusursuz Enerji (!) Planı kitabının mücadeledeki yeri
Çoruh Vadisi boyunca yapılan hidro elektrik santralleri ve barajlar konusunda herkes kendince fikir yürütüyor.
Kimine göre: Memleketin enerjiye ihtiyacı var. Bu barajlar yapılmalıdır. Hatta Çoruh’un gerdanlıklarıdır. Çok yakıştırmakla birlikte gurur duyanlar vardır. Buna karşın Çoruh Enerji Planının bir ihanet projesi olduğunu, barajların bu şekilde yapılan barajların hayata, suya geleceğe, memlekete vurulan kelepçe olduğunu iddia eder. Çoruh Nehri’nde ardışık olarak özellikle(!) yüksek bir şekilde yapılan barajların vadideki tüm tarım, yerleşim ve yaşam alanlarının yok edilmesine hizmet ettiğini, on binlerce kişinin göç ettirildiğini söylerken kanıtlarını da ortaya koyuyor. Evet Yurttaş Mazlum Çoruh 6 yıldır bunları söylüyor ve Yazıyor.
ÇORUH ENERJİ PLANI,
enerji üretmek amacıyla yapılmış olamaz!..
İstanbul’umuzun sorunlarının en önemli kaynağı “göç alma” olgusudur.Barajın sular altına alacağı Yusufeli ilçe merkezi ve çevresinden şehrimize önemli göçün gerçekleşeceği kesindi. Bu göçü önleme veya azaltma çarelerinin başında, yeni ilçe merkezinin yerinin belirlenmesi ve bir an önce yapılması olduğuna inandım. Yeni yerin belirlenmesine ve bir an önce yapılmasına katkıda bulunmak amacıyla 15 Nisan 2005 tarihinde ilçem Yusufeli’ne gittim. Konuyla ilgim böyle başladı. Hükümetimizin onayladığı ve kanunlaştırdığı ilçe merkezinin yeni yerini haritaya ilk işaretleyen mühendisim. Bu çalışmalarım sırasında duyduklarım ve karşılaştıklarım, beni Yusufeli barajlı santralini yakından tanımaya zorladı. Bu yapıyı tanıdığımda; asla yapılmaması gerektiğini gördüm ve buna inandım; inanıyorum. Böyle bir tesisin enerji üretmek maksadıyla yapılamayacağı açıktı. Deriner barajı santralinin de Yusufeli’nin yarısı kadar kötü olduğunu , Borçka ve Muratlı barajlı santralleri da Deriner’den daha az kötü durumunda olduğunu gördüm. Hepsinin durumu ürkütücüydü. Bu barajlı santraller hakkında öğrendiklerim ve hesapladıklarım, beni Çoruh Enerji Planının tümünü incelemeye yöneltti. Amacım, belgelere ve DSİ verilerinden doğan sonuçları, sorumlulara ve ilgilenenlere sunmak; bunun neticesi, içine düştüğüm dehşeti, başta sorumlular ve yetkililer olmak üzere ülkemin bütün aydınlarıyla paylaşmak ve sonuç almaktır. 1- Çevre, kültür ve diğer kayıplar hariç bu planın maliyeti, 55-60 milyar dolara ulaşacak, çok muhtemeldir ki geçecektir; halbuki, hidroelektrik sistemlerle aynı miktarda enerji üretmek için yapılması gereken yatırım tutarı 3,5- 4 milyar doları geçmez; geçerse kimse bu işe teşebbüs etmez. 2- Bu planın ürettiği yıllık enerjinin bedeli, yani brüt geliri, 600- 700 milyon USD; yatırımın sadece yıllık faizi ise 6,5-7 milyar USD’dir. Alternatiflerinde yatırımın yıllık faizi 350-400 milyon USD’dir; daha fazla olması halinde yatırım yapılamaz. 3- Plan, elektriğe en erken 8.yılda kavuşturmuştur; tüm uygulama 60 yıla yakın sürecektir. Aynı miktarda elektriği üretmek için seçilebilir ‘alternatif’ hidroelektrik sistemler elektriğe 7-8 ay sonra kavuşturmaktadır.Çoruh havzası için bütün uygulama ise en çok 5-6 yıl sürecektir. 4- Bu planın üreteceği elektriğin KWh’tı, kayıplar hariç, en az 60 cent’e mal olmaktadır; alternatiflerinde ise bu değer 4-6 cent arasındadır. Daha fazla olması halinde kimse bu işe girişmez. 5- Plan, havzadan 50-55 bin kişiyi çıkarmakta; alternatif sistemlerin seçilmesi halinde ise havzaya en az 30 bin kişi dönecektir. 6- Bu planla, Çoruh tipi özel tarım alanlarının hemen hemen tümü yok olmakta; alternatiflerinde bu kayıplar olmadığı gibi bu alanlar 3-5 misli artabilir. 7- Yapımda, yerli sanayi, yerel iş gücü, ülke içi sermaye organizasyonu imkânları dışlanmaktadır; alternatif çözümlerde tam tersine, yerli sanayi, yerli finans organizasyonu ve yerel iş gücü, öncü olmaktadır. 8- Çevre, tarihi eserler, sosyal ve fiziki kültürel değerler yok edilmektedir; alternatiflerinde bu kayıp olmadığı gibi bu değerlere büyük katkı ve destekler sunulmaktadır. 9- Ticaret ve turizm kayıpları çoktur; yeni turizm imkânları da yok edilmektedir. Alternatifleri, bu sektörlere büyük ölçüde katkılarda bulunmakta yeni turizm sunuları ortaya çıkarmaktadır. 10- Mevcut planla, endemik bitki türleri ve varlığı, yerel hayvan ırkları ve varlığı yok edilmektedir. Alternatifleri ise bu değerlere olumlu ve önemli katkılar yapmakta yeni imkânlar yaratmaktadır. Bu hususlar daha da çoğaltılabilir. Çok değişik elektrik üretim sistem ve imkânları ortada iken böyle bir planın ülkeyi bayındır kılmak, zenginlik yaratmak için yapıldığını düşünmek asla mümkün değildir. Yukarıda bir bölümünü saymaya çalıştığım sonuçlara bakıldığında plan amaçlarının ne olabileceği hususunda, düşünen her insanın aklını aşağıdaki veya benzeri sonuçlara götürecektir. Başka bir sonuca varma olasılığı da görülmemektedir. “Bu plan bu haliyle, 1- Ülkenin yatırım ve enerji üretim imkânlarını yok etmek için yapılmıştır. 2- Yıllık geliri, gideri ile karşılaştırıldığında; borca batırarak, ülkeye diz çöktürmek; böylelikle, ülkenin edilgen hale getirilmesini amaçlamaktadır. 3- Ülkenin elektriğe kavuşmasını engellemek, geciktirmek içindir. 4- Ürettiği ve üreteceği elektriğin birim maliyeti nedeniyle, ülke sanayisinin rekâbet gücü kırılmaktadır.. 5- Havzadan insanları çıkarmakta; böylelikle, varlıklarını savunanlar, varlık bekçileri yerlerindensökülerek havza savunmasız bırakılmakta, ülke insanında o bölüme ait sahiplik duygusu kırılmaktadır. 6- Havza insanları, büyük şehirlerin varoşlarında ‘kolay yönlendirilebilir’, kamu arazisi yağmacısı haline getirilmektedir. Kamuya saygı yok edilmektedir. 7- Yerel ve yurt içi sermaye temini ve paylaşımını, yerli malzeme ve elektromekanik aksam üretimini, yerel iş gücünü dışlamakta; yabancı sermaye, sanayi ve teknik iş gücüne mahkum etmekledir. 8- Ülkenin ve havzanın kalkınmasını engellemektedir. Mevcut turizm imkânları yok edilmekte; var olan turiz sonlandırılmaktadır. 9- En önemlisi, insan yerleşimleri yok edilmekte ve daha da önemlisi coğrafyası parçalanmaktadır. Bu sonuçlara bakıldığında bu planın, elektrik üreterek refah yaratmak, yani ülkeyi bayındır kılmak amacıyla değil, başka mel’un amaçları gerçekleştirmek için yapıldığı gerçeğine ulaşırız. Sayılanların, bir kuşku ve bundan doğan endişenin sonuçları olarak nitelenebileceği düşünülerek plan, hidro-elektrik mühendisliği’ açısından incelenmiş; yukarıdaki ekonomik, sosyal ve çevre sonuçlarının nasıl yaratıldığı ortaya çıkarılmıştır; sonuçlar vahimdir. Kuşku ve endişenin yerini, üzülerek ifade ediyorum, büyük bir ihanet gerçekliği almıştır: Planda projesi kesinleşmiş 15 barajdan 11 inin içinde bekletilecek su bulunmamaktadır. Sadece bu hal bile bu planın başka amaçlar için yapıldığının yeterli delilidir. Mühendislik bilgi ve ilkeleri bu hali kabul etmez; edemez. Anakol üzerinde, en yukarıdaki Laleli barajında, sadece 320 milyon metreküp suyun bekletilmesi halinde; İspir, Güllübağ, Çamlıkaya, Arkun, Yusufeli, Artvin, Deriner ve Borçka, hatta Muratlı barajında bekletilmesi gerekecek 1 metreküp su bulunmamaktadır. Enerji üretimi açısından bu barajlara asla ihtiyaç olmadığı gibi boş barajların beklenen enerji üretimini engelleyeceğini, hesaplanandan daha az enerji üretileceğini, bunun basit bir fizik kanununun sonucu olduğunu herkesin bilmesi gerekir. Planda işlenen hidro-elektrik mühendisliği sefaletlerinden bir kaçını özetlemek istersek:
1- Anakol üzerinde, olmayan suya, peş peşe ve birbirinin içine, boşluk bırakmadan barajlar dizilmiştir.Hidroelektrik mühendisliğiyle izah edilemez; mühendislik açısından bakılınca da başka amacın varlığı görülür. 2- Her bir baraj, projelendirilirken kendinden yukarıdakiler yok sayılmıştır; bu hal süreklidir. Utanç verici bir durumdur; gafletle veya herhangi bir sebeple açıklanması mümkün değildir. Hiçbir mühendis, böyle bir şeyi yapmaz; yapamaz; aklının ucundan dahi geçiremez. 3- Barajların dolmaması sebebiyle, beklenen elektrik enerjisi üretilemiyecektir. Sadece bu hal dahi, planda işlenen mühendislik sefaletinin en açık göstergelerinden biridir. Bu planda mühendislik mesleği inanılmaz ölçüde aşağılanmıştır. Bu hali ‘olabilir’ olarak algılamak aklın işi değildir. Planda işlenen mühendislik sefaletinin boyutları ve sınır tanımazlığı, bu planın korkuyla, bilgisizlikle, aymazlıkla veya akılsızlıkla yapıldığı tezleriyle de açıklanamaz ve doldurulamaz. Burada işlenen mühendislik sefaleti, çok daha vahim bir amacın varlığını ortaya koymaktadır. Bu planda, hidro-elektrik mühendisliği görevi yapılmamış; mühendislik sefaleti, sistematik, sürekli ve bilinçli olarak işlenmiştir. Lisede fizik dersi okumuş her sade vatandaş dahi dolmayan barajlarla daha az elektriğin üreyeceğini bilir. Bu planın peş peşe, iç içe dizilmiş içi boş barajları, millete bayındırlık yapısı olarak sunulmaktadır. Bu yapıların ölü hacimleri vatandaşa baraj, yani su bekletme yapısı diye sunulmaktadır. Utanç verici bir durumdur. Bu hal, planın ‘başka bir amacı’ gerçekleştirmek için yapıldığını haykırmaktadır. Anlamak için mühendis olmak da gerekmiyor. Bu planın, yukarıda sadece 9 adedi sayılan olumsuzlukları yaratmak için yapıldığı varsayımı, bu planda işlenen mühendislik sefaletinin boyutlarını açıklayamaz, dolduramaz; çünkü, biliyoruz ki yukarıda sayılan olumsuzluklar, burada işlenen mühendislik sefaletinin üçte biriyle meydana getirilebilirdi; bu mesleğin bu derece aşağılanması gerekmezdi. İçlerinde bekletilecek suyun olmadığı içi boş barajların, bir vadide peş peşe dizilmesinin arkasındaki gerçeği araştırmayan, soruşturmayan akıl ve erk’in sorgulanması kaçınılmazdır. Böyle bir vahim durumun tesbit edilmesi, bendenizi, endişeyle, istek dışı da olsa, planın başka amaçları gerçekleştirmek için yapıldığı kuşkusuna yöneltmiştir. Ulaşılan sonuç şudur: Çoruh Enerji Planının enerji üretmek amacıyla yapılmış olması mümkün değildir. Barajların ölü hacim sularının meydana getirdiği hattın ekseninde, insansızlaştırılmış, tarihi ve tabii geçişleri yok edilmiş coğrafya şeridi haritaya işlendiğinde görünen şudur: Çoruh Enerji Planıyla, BOP’un ülkemizi hedefleyen bölümü sonuçlandırılmaktadır. Bu hayasız ve saldırgan planın fiziki şartları gerçekleştirilmektedir. Büyük bölümü, yani daha öncesi Fırat üzerinde gerçekleştirilmiş coğrafi parçalamanın sonuna gelinmiştir. Çoruh Enerji planı ve Fırat üzerinde yapılan barajlarla da işlenen mühendislik sefaletinin derinliği, başka türlü bir açıklanamaz.
BOP İLE BAKÜ CEYHAN BORU HATTI VE HESLER
A- Siyasi sınırların, çoğu kez ve doğal olarak, sularla teşkil edildiğini düşündüğümüzde; Çoruh Enerji Planı ve Fırat anakolu üzerindeki uygulamaların sonunda, dolmayan, hiç dolmayacak olan barajlarının işgal ettiği, insansızlaştırdığı ve tabii ve tarihi geçişlerin yok edildiği, engellendiği coğrafya şeridi, BOP’un ülkemizi hedefleyen bölümünün sonuna gelindiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Şöyle ki: 1- Çoruh Enerji Planının dolmayan barajlarıyla ana kol üzerinde meydana getirilmek istenen, tarihi ve tabii geçişlerin yok edildiği, insansızlaştırılmış coğrafya parçasının oluşturduğu hat, bahse konu hayasız meşum planın ilgili yerindeki parçalama çizgisinin üzerine oturmaktadır. 2- Çoruh Enerji Planının en akıl dışı su bekletme yapısı, Barhal çayı üzerindeki Altıparmak barajıdır. İçinde bekletilebilecek 1 santimetreküp su yoktur, olması da mümkün değildir. Ayrıca, bu barajın beslediği santralın performansı, bu planın en düşük olanıdır, 2000 saat; yani, % 23 tür. Barajlı santrallarda bu rakamın %80 nin altına düşmemesi gerekir. Bu barajın başka bir görevle yapıldığı açıktır. Görünen, o meşum plan ile başka ülke olarak ayrılan vatan parçasının Karadeniz’e ulaşan bölümünün(Karadeniz mahrecinin) batı çizgisinin teşkili için yapılmak istendiğidir. Enerji üretiminde, zararından başka hiç bir katkısı olmayan ve Yusufeli ilçesinin en başat(dominant) köyünü kökünden söken bu barajın başka hangi görevi olabilir?
Bu baraj, planın çok önemli bir ayrıntısını oluşturmaktadır. İptal söylentisi veya gerçeği, planın esas amacının peçelenmesinden başka bir şey de değildir. Gerçek iptal, planın tümünün yeniden yapılmasıyla mümkündür. 3- Bütün Fırat havzasında -su yönlendiren, kullanan tesislerin en küçük kapasitede seçilmesi halinde bekletmeye alınabilecek su miktarı, 10 milyar metreküp’ün çok altındadır. Bu rakam, bütün Fırat havzasında bekletmeye alınabilecek brüt su hacmini ifade eder. Bu hacimden, barajlarda buharlaşan ve sulamaya alınan ve hatta vadiye bırakılacak su miktarının düşülmesi gerekir. Sadece üç barajda buharlaşan ve sulamaya alınan, en az 4 milyar metreküp su vardır. Yani, bekletmeye alınabilecek yaklaşık 6 milyar metre küp suya karşılık, Fıratın anakolu üzerinde yapılan beş veya altı barajdan sadece üçünün su bekletme hacimleri(aktif hacimleri) Toplamı, 31,5 milyar metreküptür. Bu kapasitenin dışında, havzada, milyarlarca metreküplük, planlanmış ve uygulanmış su yapıları ve tabii su bekletme imkânları( yaşayan veya kuru göller) vardır. Kaldı ki bu bu tespit, örneğin, Atatürk barajında mevcut türbinlerden sadece dördünün kullanılması hali içindir. Fırat üzerinde yapılmış başta anakol üzerindeki üç büyük baraj olmak üzere, bir çok barajın da dolması, yani, iddia edilen, beklenen görevleri yapması mümkün değildir. Bu durum büyük bir vahameti göstermektedir. Bu nehir üzerinde de dolmayan, hiç dolmayacak olan barajlar dizilmiştir. Bu gerçeği, İlgilenen herkes, bu üç barajın işletmeye alındıkları tarihlerden sonra, günlük ve/veya aylık olarak tutulan, enerji üretim cetvellerindeki doluluk seviyelerinden kolayca görebilir. Görmelidir de. Nehrin ana kolu üzerine dizilen, iddia edilen görevi asla yapmayan bu barajların da başka amaçlar için yapıldığı açıktır. İçinde bekletecek suyu olmayan, boş barajlar, burada da bahse konu planın için fiziki, yani şekil şartlarını oluşturmak için yapılmışlardır. Ayrıca, ülkeyi borca batırıp edilgen hale getirip gerçek planın ekonomik koşulları hazırlamışlardır. Bu yargıya, gelir ve giderlerinin karşılaştırılması sonucu ortaya çıkan ekonomik tabloya bakınca ve de görev yapmayan barajların meydana getirdiği insansızlaştırılmış, tabii ve tarihi geçişlerin yok edildiği coğrafya şeridinin haritaya işlenmesi sonucunda şüphe duymadan varıyoruz. Görünür ve yaşanır hale gelen, coğrafyamızı parçalan bu hattın, malum planın ülkemiz üzerinde hedeflediği yeni sınırı oluşturduğu şüphe duyulmayacak kadar açıktır.
Özetle: Çoruh nehri üzerinde iç içe dizilmiş içi boş barajların meydana getirdiği hattın öncesi, bu nehir üzerinde, aynı usullerle ülke coğrafyasına daha derin bir şekilde kazınmıştır. Atatürk barajında bekletilecek 1 metreküp dahi su yoktur; başka amaçlar için yapılmış veya yaptırılmıştır. Bu nehir üzerinde de mühendislik sefaletinin en alçağı işlenmiştir. Millete baraj diye gösterilen, hiçbir işe yaramayan sadece ağır ekonomik yük getiren ölü hacimlerdir. Atatürk, Keban ve Karakaya barajlarında millete sunulan, zaradan ve çevre yıkımından başka hiçbir görevi olmayan ölü sulardır. Atatürk barajlı santralındaki sekiz adet dev türbinden en çok dördü çalışabilir, çalışmaktadır. Diğer türbinler, başka mel’un amaçlara daha keskin bir şekilde ulaşabilmek için projeye sokuşturulmuşlardır. Bu türbinlere ayrılacak su yoktur. Sadece dört türbinin nominal debisi 800 metreküp/sn dir. Bu rakam özel hallerle %20-25 artırılabilir. Buharlaşan ve sulamaya alınan su hacimleri düştükten sonra akacak olan suyun yıllık ortalama debisi bu kadar değildir. Bu santralın 15 yıllık ortama performansı, yıllık 3300 saat, yani %38 dir. Barajsız HES lerin Türkiye ortalaması ise 4300 saat, yani %50 dir. Bu rakam dahi bu tesisle ilgili herşeyi açıklamaya yetmektedir. Santralın KWh başına 7 cent hesabıyla yıllık getirisi, bürüt 560 milyon USD dir; buna karşılık, sadece, evet sadece yerlerinden edilen yurttaşlar(resmi olarak 41 000 kişi) için kamunun yapmış olması gereken yatırımların yıllık faizi, 700 milyon USD nin üstündedir. Bu tesisin de, bayındırlık eseri olmakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Harran ovasına verilen ve tuzlanmasına sebep olan ‘aşırı suyun’ yıllık miktarı, 1,25 milyar metreküptür. Buna karşılık, bu barajda bir yılda buharlaşan su miktarı 1,3 milyar metreküpün üzerindedir. Sadece üç barajda buharlaşan su miktarı ise en az 2,444 milyar metreküptür. Seçilen sulama tekniği ile maliyet büyük ölçüde artırılmış, ovanın toprak değeri hızla düşmüştür, düşürülmektedir. Keban ve Karakaya’nın durumları da bu barajdan farklı değildir. Bütün bu olguların aymazlık, bilgisizlik, akılsızlık veya korkaklık sonucu işlendiğini düşünmek mümkün değildir. Böyle akıl ve ahlak dışı planlamalar, çok derin ve uzun süreli özel bir çalışmanın sonunda yapılabilir. Fırat’ın ana kolu üzerinde peş peşe dizilen bu barajlarında Çoruh’ta olduğu gibi enerji veya başka hayırlı bir amacı asla olamaz. Böyle düşünmek akıl durmasıdır; ayrıca, yürütülen plana hizmet etmeye devam etmektir. 4- Her iki nehrin üzerine dizilmiş, su bekletme görevini yerine getiremeyen, yani dolmayan, başka amaçla yapıldıkları aşikâr olan bu barajların meydana getirdiği coğrafî parçalama çizgisi, BOP’un ülkemiz üzerinde hedeflediği yeni hudutla üst üste oturmaktadır. Çoruh Enerji planıyla, anakol üzerine, 270 kilometreye dizilmiş, 9 adedinin içi boş, 10 adet barajın oluşturduğu parçalama hattı; öncesi, Fırat üzerindeki barajlarla ülkemiz coğrafyasına kazınmış olan BOP planın son bölümünü oluşturulmaktadır. Tarih bize, vereceği derslerin bedelini peşin aldığını, tekrar tekrar öğretmiştir, öğretmektedir. Ülkemizin sınırlarını başka uluslara kabul ettirdiğimiz Lozan Antlaşmasını, altına imza attığı halde, yetkili meclislerinden geçirmeyen iki ülkenin varlığı ortadadır. Bu ülkelerden birinin bir subayı, kendi genelkurmay karargâhında hazırlanan Orta Doğu’yu parçalama planını, müttefik ülke subaylarının yanında, subaylarımızın önüne pervasızca koyacak cesareti bulabiliyorsa; benim gibi sade mühendis bir yurttaşın, böyle bir planın varlığından, kendisini de sorumlu sayması kaçınılmazdır. Çoruh Enerji Planı gibi planların, kimler tarafından ve ne amaçla yapıldığı, bu tür planları yapan veya yaptıranlardan birinin yazmış olduğu, “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı kitaplarla ortaya konmaktadır. Yukarıda kanıtlarıyla açıkladığım tespite inanmayanlar, içlerinde bekletilecek suyun olmadığı, peş peşe ve iç içe dizilmiş barajların ülkemize yararlarını aynı derinlikte ispatlamalıdırlar. Bunu araştırmak, soruşturmak her yurttaşın hakkı ve görevidir. Hiç kimsenin ilgisiz kalma hakkı yoktur. Ayrıca yetkililer ve ilgililer, bu araştırmayı, hatta soruşturmayı yapmak, yaptırmakla sorumludurlar. Bu görevi yerine getirmeyenler ve susanlar, böyle melânetlerin sessiz yardımcısı ve sorumlusu olurlar ve tarih onları mutlaka yargılar. Bu ülkede yaşayan, ülkenin yönetiminde görev almış herkesin burada sorumluluğu vardır. Yanlıştan dönmek, erdemli olmanın en kolay ve yalın şeklidir. Konu, ulusal bir platformda tartışmaya açılmalı; gerçek mal sahibi halka, durum bütün açıklığıyla anlatılmalıdır. Planlar iptal edilmeli; yürümekte olanlar durdurulmalı; yapılan kısımlar yıkılmalı; yapılmış olan bu melanet yapıları da açıklanacak bir sırayla yıkılmalıdır.Ülkeye yapılacak en büyük iyilik budur. Tercihimi, susmak yerine, şerefiyle ölmekten ve ‘işimden edilebilir olmak’tan yana kullandım, kullanıyorum. Takdir de, yetki de sizlerindir. Sorumluluk duyanlara saygılarımla arz ederim. Yurttaş Mazlum ÇORUH 23/12/2010 – İstanbul.
Çin dünyanın en büyük barajını yaptı. 184 metre yüksekliğinde bir baraj. Ancak barajın verdiği zarar korkunç oldu. 1 milyon kişi yerinden yurdundan oldu, 10 milyon kişi dolaylı etkilendi. Şehirlerde varoş nüfusları patladı. Yoksulluk arttı. Bilim adamlarını dinlemeyen siyasiler, idareciler şimdi kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlar. Amerika’nın geçen yıl 250 barajını yıktığını, yıkarken kaynak aradığını biliyoruz. Petrol savaşları sona erdi. Artık ele geçirilecek petrol, doğalgaz yatakları kalmadı! Libya, Tunus, Afganistan, Irak, Mısır, Arabistan, Kuveyt, Katar, bütün bu ülkeler artık emperyalist petrol şirketlerinin denetimi altında. Sıra sulara geldi. Su kontrolü petrolden daha kolay oldu. Çünkü petrol savaşlarında önemli bir tecrübe kazanan bu kan emici emperyalistler özelleştirme adıyla içerden satın alma yöntemiyle üçüncü dünya ülkelerinin su ve tarım kaynaklarını ele geçirdiler. Somali ve Afrika ülkeleri buna en iyi örnektir. Bu kadar yangının içinde Türkiye’nin etkilenmeyeceğini söyleyenlere sadece acıyorum. Ama o kuruların yüzünden yaşlar da yanıyor. Ben ona yanıyorum! Sami ÖZÇELİK 27.03.2012 Amerika'nın HES projeleri imha ediliyor, makaleyi okumak için LİNK
Prof.BEYZA ÜSTÜN HESLERLE İLGİLİ
ÇOK ÇARPICI BİLGİLER VERİYOR.
BİR BAŞKA KONUYA DA DİKKAT ÇEKELİM.
KAZA MI ? SUİKAST MI ?
İstanbul Üniversitesi'nde yas...
Öğrenciler korkunç kazada hayatını kaybeden Prof. ASUMAN EFE'yi "bitki anne" diye tanıyorlardı. Kazanın diğer kurbanı Prof. AHMET HIZAL 3. köprünün İstanbul ormanlarına olumsuz etkilerini sıralayan rapora imza koyan bilim insanları arasındaydı. İGDAŞ eski Genel Müdürü Prof.Dr. NECDET ARAL da hayatını kaybetti.
3. KÖPRÜYE KARŞIYDI
Prof. AHMET HIZAL, İstanbul'a yapılacak 3'üncü köprü ile ilgili rapor hazırlayan 7 kişilik ekibin içindeydi ve bu raporda yapılması karara bağlanan 3. Köprünün İstanbul ormanlarına olan olumsuz etkileri sıralanmıştı.
"HİDROELEKTRİK SANTRAL" IN KADERİNİ BELİRLEYECEKLERDİ
Bolu'daki feci kazada yaşamını yitiren 3 profesörün, Kastamonu'da 'Küre Dağları Milli Park Alanı'na gitmekte olduğu ve Loç Vadisi'ne kurulması istenen Hidroelektrik Santrali ile ilgili açılan davada 'bilirkişi' olarak görev yapacakları için İstanbul'dan Kastamonu'ya doğru yola çıktıkları öğrenildi.
MESLEKTAŞLARI :
"TRAFİK KURALLARINA İHLAL ETMEZLER"
Kazanın aşırı hız yüzünden meydana geldiği iddialarını ise akademisyen arkadaşları şüpheli buldu, arkadaşlarının kurallara uyduğunu ve asla hız yapmadığını ISRARLA BELİRTTİLER.
Dünyanın suları ve ekilebilir topraklar aynı merkez tarafından nasıl ele geçiriliyor…
“Önce kravatlı, çantalı insanlar geldiler ciplerle. Gizli gizli çalıştılar. Jandarmayı çağırıyoruz gelmiyor. Çok zoruma gitti, aldım baltayı, nacağı elime…”
Araştırmacı Erhan Ünal, tarım ve gıda konusundaki çarpıcı yazılarının ardından bu kez de dünyanın dört bir yanında sürdürülen su savaşlarını yazdı. İnsan ve tüm canlı yaşamı için yaşamsal önemde olan suyun küresel şirketler eliyle nasıl gasp edildiğini gözler önüne seren Ünal, 27-29 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olan Uluslar arası Su Forumu öncesinde Türkiye’yi; “konuya sadece ‘su sorunu’ olarak bakmak ve bu boyutu ile irdelemek de konunun ardına saklanan gerçek amacı görmede çok eksik kalacak ve yanıltıcı olacaktır. Günümüzde dünyanın pek çok yöresinde vahşice yürütülen ekilebilir toprakların ele geçirilmesi (toprak gaspı) süreci ile küresel olarak su kaynaklarının ele geçirilmesi (su gaspı) girişimleri aynı merkezden organize edilmekte, aynı küresel kurumların güdümünde sürdürülmektedir” sözleriyle uyarıyor ve ekliyor: “Bireysel direniş, kurtuluşun başlangıcıdır!” İşte geleneksel tarım, gıda ve hayvancılık konularında dünyanın pek çok ülkesinde araştırmalar yapan Erhan Ünal’ın, suyun devletler eliyle küresel şirketler tarafından nasıl gasp edildiğini ve yeryüzünün kaynaklarını kullanarak küresel diktatörlüğün adım adım nasıl inşa edildiğini gözler önüne seren çarpıcı yazısı… NEHRİ TELLE ÇEVİRİP ETRAFINA ÖZEL GÜVENLİK KOYDULAR “Yer, Hindistan. Federal Eyaleti Chhattisgarh’da Sheonath Nehri. Bilindiği gibi Hindistan kırsalında yaşayan halkın yaşamında, nehirlerin yaşamsal önemi vardır. Yüzyıllardır yakındaki nehrin suyunda yıkanılır, onun suyundan içilir, balık tutulur ve yemek pişirilir. Doğal olarak da bahçeler ve tarlalar da yaşadıkları bölgedeki o nehirden sulanır. Chhattisgarh Federal Hükümeti 1998 yılında nehrin 23.6 kilometrelik bölümünü Radius Water Limited’e 22 yıllığına kiralar. Radius Water Limited suyu nehrin iki yakasındaki endüstri tesislerine satmak istemektedir. Radius halkın nehirden su almasını yasaklar. Bununla da yetinmez nehri her iki kıyısı boyunca kafes telle emniyet altına alır. Nehir boyunca güvenlikçileri görevlendirir. Genelinde suyu bol bir bölge olan Chhattisgarh’da halk, kelimenin tam manasıyla susuzluktan kıvranmaktadır. Çevre köyler durumu protesto eder, hükümete şikâyetlerde bulunur fakat netice alamaz. Sonunda protestolar sertleşir ve sert çatışmalara döner. Hükümet, 2003 yılında kararı geri almak zorunda kalır. (1*) 2 DOLAR KAZANAN HALKTAN 445 DOLAR SU BAĞLAMA PARASI İSTEDİLER Yer, Bolivya. Uluslarüstü ‘su konzern’leri (holdingler) Bolivya’da iş başındadırlar. ABD’de yerleşik ‘Bechtel’, Cochabamba şehrinin su dağıtım sistemini almıştır (özelleştirilmiştir!). Daha baştan su fiyatlarını öylesine arttırmıştır ki halkın önemli bir bölümü için faturaların ödenmesi imkânsızdır ve bu durum sonuçta susuz kalmak demektir. Halk önceleri barışçıl bir şekilde protesto eder. Fakat polisin sert müdahalesi ile olaylar çığırından çıkar. Ülkenin başkanı olağan üstü hal ilan edip halkın üzerine askeri sürer. Ölenler ve yüzlerce yaralı vardır. Lakin çatışmalar Bechtel için rahatsızlık verici boyutlara vardığından (!), Bolivya’yı terk etmek zorunda kalır. Yaşananlar 2003 yılında El Alto’da tekrarlanır. Bu kez sahneye başka bir uluslar üstü kuruluş ‘Suez’ çıkar. Fakir halkın günlük, 2- ABD Doları kazandığı şehirde su bağlanma parası olarak 445,- ABD Doları talep eder. Protesto ve çatışmalar bu kez uzar. Suez’in yanında Dünya bankası ve ‘Alman Teknik İşbirliği Cemiyeti’ (GTZ) sahneye çıkarlar. Özelleştirmelerin devamı ve genişletilmesi yönünde baskılar arttırılır. Şimdilik halkın direnişi 2006 da hükümetin düşmesi ile sonuçlanır. Yeni başkan Güney Amerika tarihinde ilk defa bir yerli (indigen) olan Evo Morales’tir. Özelleştirme anlaşmaları iptal edilir.(2*-1) ÖNCE KRAVATLI, ÇANTALI İNSANLAR GELDİLER, ALDIM NACAĞI ELİME... Yer Türkiye. Doğu Karadeniz vadileri... Görmemiş olana anlatması zor doğa güzellikleri diyarı. Doğanın kendi kendine hayran olduğu bu benzersiz vadilere birileri gözünü dikmiş. Hidroelektirik Santralleri kuracağız; şehirlerin, fabrikaların, enerjiye ihtiyacı var. Enerji olmadan kalkınma olmaz diyorlar. Söylemedikleri ise, gözlerini aslında suya dikmiş olmaları. Suyu paraya çevirip küresel merkeze pompalayacaklar. Bütün bölgeyi planlamışlar, hesaplamışlar ve binbir oyun ve çakallıkla insanların ve diğer tüm canlıların elinden yaşam ortamını çalmakla meşguller. Hürriyet’ten bir alıntı: “Sinan Akçal 54 yaşında. 14 HES projesinin olduğu, mücadelenin çok sert geçtiği, mahkemelerin peş peşe durdurma kararları verdiği Çayeli Senoz Vadisi’nde yaşıyor. Ortaokul mezunu bir çiftçi: Önce kravatlı, çantalı insanlar geldiler ciplerle. Ellerinde cihazlarla ölçüm yaptılar. Nabız yokladılar, son derece saygılılardı, köyünüze baraj yapılsa istihdam sağlanır filan... Korkut Özal oğluyla geldi, derelerin kullanım hakkını alıp sattı. Bizim eski muhtara dört katlı bina yaptılar, anahtar teslim. 10 bini bir arada gören yok, insanlar arazisini satıyor, kandırdılar bizi. Fitne sokup birbirine düşürdüler insanları. Bir eylem yaptım, HES karşıtlarını topladım. Şirket eski muhtarla adamlarına, ‘Biz HES istiyoruz’ pankartı açtırıp eylem yaptırdı. Mahkeme yürütmeyi durdurdu, onlar durmadı, gizli gizli çalıştılar. Jandarmayı çağırıyoruz gelmiyor. Çok zoruma gitti, aldım baltayı, nacağı elime, kovalamaya başladım bu adamları...”(6*) TÜM DÜNYADA AYNI ANDA DÜĞMEYE BASILMIŞ GİBİ... Sanki birileri gizli bir düğmeye basmış gibi, üç beş uluslarüstü konzern tüm dünyada ve aynı zamanda, su kaynaklarının yönetimini ele geçirme savaşına girişmiş durumda. Savaşın ilk safhasında sahnedeki aktörler yerli girişimciler olabiliyor. Halk ile sorunları onlar göğüsleme durumunda; ayrıca halkın reaksiyonunun yüksek olduğu bu hassas safhada yabancıların ortada fazla görünmemesi taktiksel açıdan daha uygun bulunmakta. Daha sonra finans dünyasının kurallarına hakim dev kuruluşlar bu yerli “girişimcilerin” ellerindeki su kaynaklarını kolayca toplayabiliyorlar. Süreci biraz daha irdeleyerek yakından görelim. KÜRESEL OLARAK MUTLAK HÂKİMİYETE ULAŞMADA SON AŞAMA Su hak mıdır, ihtiyaç mı? Pek çok insanın üzerinde uzun boylu düşünmeye gerek görmeden cevap verebileceği basit bir soru gibi görünse de bu sorunun ardında, sonuçları insanlık ve tüm doğa açısından felaketle bitecek bir oyun gizlenmekte. İnsanlık; ne kurallarını belirlemede, ne de sürecin içerisinde yer alıp almama konusunda hiçbir girişimi olamadan, bu karanlık oluşumun sonucuna katlanmak durumunda kalacaktır. Su, “yaşamsal bir hak” olarak görüldüğünde, bütün canlılar (ve tüm doğa) için dokunulmazdır. Doğada var olan hiç bir canlının suya ulaşma hakkı kısıtlanamaz. Kısacası su hakkı, kutsaldır! Eğer su “ihtiyaç” olarak nitelendirilirse, bakış açısı değişmektedir. İhtiyaç; insanlar için para ile elde edilebilecek bir şeyi, yani satın alınabilir bir nesneyi ifade eder. Evrensel bir hak olan suyun, ihtiyaç olarak tanımlanmasıyla, ticari bir meta haline getirilmesinin ve buna bağlı olarak da var olan hâkim ekonomi sistemi içerisinde, kitlesel olarak alınıp satılmasının önü de açılmış olmaktadır. Suyun, 2000 yılında Den Haag’daki “2. Dünya Su Forumu”unda ticari bir meta olarak nitelendirilmesi, müthiş küresel bir bürokratik mekanizmayı harekete geçirmiş ve bu yapı dünyamızdaki yaşamı bir daha geri getirilemeyecek şekilde değiştirmeye başlamıştır. Konu, hiç de bir kelime oyunu olarak görülemeyecek kadar ciddidir ve tüm yaşam için boyutları önceden kestirilemeyecek olumsuzluklar içermektedir. SU VE EKİLEBİLİR TOPRAKLAR AYNI MERKEZ TARAFINDAN ELE GEÇİRİLİYOR Konuya sadece “su sorunu” olarak bakmak ve bu boyutu ile irdelemek de konunun ardına saklanan gerçek amacı görmede çok eksik kalacak ve yanıltıcı olacaktır. Günümüzde dünyanın pek çok yöresinde vahşice yürütülen ekilebilir toprakların ele geçirilmesi (toprak gaspı) süreci ile küresel olarak su kaynaklarının ele geçirilmesi (su gaspı) girişimleri aynı merkezden organize edilmekte, aynı küresel kurumların ( BM, Dünya Bankası, IMF, WTO, FAO) güdümünde sürdürülmektedir. TEK MERKEZLİ DÜNYA HÂKİMİYETİNE GİDEN YOL Küresel olarak beslenme sisteminin, üç-beş temel tahıl cinsi üzerine yeniden yapılandırılarak, geniş insan kitlelerinin beslenmesi üzerinde belirleyici ve hâkim kılınması da toprak gaspı ve su gaspı girişimleri ile paralel yürütülmektedir. İlk bakışta birbiri ile ilintisiz gibi görülen ve/veya ilintisizmiş gibi gösterilmeye çalışılan bu küresel mücadele alanları aynı amaca yönlenmiştir. Bu üçlü stratejik saldırı, tüm insanlığı bir daha kurtuluşu asla mümkün olmayacak bir tutsaklığa mahkûm etmeye giden sürecin birbiri ile bağlantılı, birbirini tamamlayan ögeleridir. Bu sözünü ettiğim kitlesel tutsaklık, Küresel Finans Oligarşisinin en son aşamada ulaşmak istediği tek merkezli dünya hâkimiyetinin oluşturacağı ortamdır. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), İMF vb gibi kuruluşlar ve Küresel Finans merkezleri; suyun bir “hak” olmaktan çıkarılarak, ticari bir meta olarak nitelendirilmesinde ve giderek, nasıl alınıp satılabileceğinin kurallarının, küresel ekonomi (neoliberal) sistemine uygun olarak bir düzenlenmesinde, aynen “toprak gaspı”nda olduğu gibi belirleyici ve düzenleyici görevler yüklenmişlerdir. SU İLE DÜNYA DURDUKÇA KESİLMEYECEK GÜCE ERİŞMEK İSTİYORLAR Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı (NAFTA), gibi kurumlar ile ticaret anlaşmalarına imza atan hükümetler, ülkelerinin su kaynakları üzerindeki tasarruf haklarını da kaybetmiş olmaktalar. Uluslar üstü dev “su konzern”leri, dünyamızdaki tüm su kaynaklarını ele geçirme girişiminde, bu küresel ticaret örgütlerinin kendilerine açtığı geniş olanaklar ile hedeflerine emin adımlarla yürümekteler. Su Gaspı alanında en üst seviyede girişim gücünü elinde tutan “su konzernleri”, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altındaki ticaret örgütleri ile, uluslararası ticaret anlaşmaları imzalamış olan ülkelerin hükümetlerine, ülke su kaynaklarının kendilerine verilmesini (özelleştirilmesini) sağlamak için, hukuksal (!) temeli olan taleplerde bulunabilmekte, hatta taleplerinin kabul görmemesi durumunda, yapılan anlaşmalara dayanarak davalar dahi açabilmektedirler. Günümüzde varılan noktada “Su Gaspı” olgusunda rol alan şirketler “Enternasyonal Ticaret Anlaşmaları”nın kendilerine sağladığı “hukuksal (?)” koruma ortamında ele geçirdikleri suyu, borular (pipeline) veya süper tankerler ile dünyada en yüksek fiyatı sağlayabilecekleri noktalara taşıma hazırlıkları içerisindedirler. Görülebileceği gibi yaşamsal bir gereksinim ve vazgeçilemez bir hak olan su; Küresel Finans Oligarşisinin elinde aynen petrolde olduğu gibi oradan oraya taşınan, borsa oyunları ile fiyat spekülasyonları yaratılan, hatta uğrunda savaşlar ve katliamlar yapılan bir “meta” (mal) olma konumuna getirilmektedir. Petrol ile su arasındaki önemli fark ise, suyun petrole kıyasla bitmeyecek bir kaynak oluşudur. Bir kere kontrolü tamamen ele geçirilebilirse, tatlı su kaynakları petrolün aksine olarak, Küresel Finans Oligarşisine dünya durdukça akışı kesilmeyecek bir para(güç) akışını garantilemektedir. ULUSLARÜSTÜ HOLDİNGLERE SU HAVZALARINI KİM SATIYOR? Bu oluşum yaşamı nasıl etkileyecektir? Bu soru yaşamsal öneme sahip pek çok soruyu da beraberinde getirmektedir. Bu sorulardan bir kaçını, konunun önemini ve boyutlarını basitçe tanımlayabilmek amacı ile sıralayalım: - Su kimin malıdır? - Su herkese mi ait olmalıdır? - Su eğer özel mülk ise, doğa için suyu kim satın alacak? - Fakir insanların su ihtiyacını kim karşılayacak? - Uluslarüstü su konzernlerine, tüm su havzalarını satın alma hakkını kim veriyor? - Özel şirketler tarafından satın alınan su kaynaklarını gelecek nesiller adına kim koruyacak? - Suyun yönetiminde devlet hangi role sahip olacak? Bu sorular her bir bireyin kendince cevaplamaya çalışması gereken sorular. Aydın ve sosyal sorumluluk duygusunu kaybetmemiş bireyin, kendi bulduğu cevaplar ile günümüzdeki uygulamaları karşılaştırması ve sonuçlarını değerlendirmesi eminim çok öğretici olacaktır. DÜNYANIN NE KADAR İÇİLEBİLİR SUYU VAR? Dünyamızda var olan toplam su miktarının yaklaşık olarak 1,4 milyar kilometreküp olduğu hesaplanmış vaziyette. Çok büyük bölümü tuzlu su olan bu miktarın sadece 36 milyon kilometrekübü, yani % 2,6 sı tatlı su. Bu tatlı su miktarının da sadece % 0,7 si (34 000 kilometreküp) canlıların kullanımına imkân verecek şekilde hareket (dolaşım) halinde. (2*-2) Yeryüzündeki göller ve akarsular canlıların en kolay ulaşabildikleri kaynaklar. Bu kaynakların durumu da yakından bakıldığında iç acıtacak bir görünüştedirler. Dünyanın büyük nehirlerinin bir kısmı aşırı kullanımdan dolayı tükenmekte, senenin belli bir süresince okyanuslara artık ulaşamamaktadır. TÜRKİYE’NİN SU KAYNAKLARI KURURKEN… “Çin’de yaşamın anası Sarı Nehir”, 1972 yılında insanlığın hatırlayabileceği en eski çağlardan bu yana ilk defa olarak 15 gün boyunca okyanusa ulaşamadı. Bu süre geçen zaman içerisinde giderek arttı ve 1997 senesinde Sarı Nehir deltası 226 gün boyunca kurudu kaldı... (3*-1) ABD’deki Colorado nehri, yedi eyaletten geçerek okyanusa ulaşabilmeye çalışırken, nehirden o kadar fazla su çekilmekte ki Colorado nehri denize tek bir damla su ulaştıramamakta (3*-2) . Türkiye’nin en uzun nehri olan Kızılırmak da çok farklı bir durumda değildir. Üzerindeki var olan ve yeni yapılan barajların su tutma sürecinde nehir, yaz aylarında yer yer kurumaktadır. Bu liste çok uzun. Göller de bu durumdan nasibini almış durumda. Örneğin dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral Gölü hacminin % 80’ini kaybetmiş durumda. Geri kalan su miktarı ise eskisine göre on kat daha tuzlu olup, gölde balık ve su kuşu kalmamıştır. (3*-3) Türkiye’de en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir gölü, önemli miktarda su kaybına uğramış olup, yüzey alanı % 30 azalmıştır. (4*-1) YER ALTI SULARI BİNLERCE SONDAJ KUYUSUNUN TEHDİDİNDE Yeraltı suları genelinde sınırlı bir kaynak. Yeryüzünün ulaşılamayan derinliklerindeki su birikimlerini saymaz isek, diğer yeraltı akarsuları ve durgun su birikintileri (Akifer), yağmur sularının alt katmanlara uzun zaman süreleri içerisinde sızması ile oluştuklarından, kendilerini süratle yenileme imkânına sahip değillerdir. Derin sondajlarla ulaşılan bu yer altı kaynaklarının çoğunda kullanılan su miktarı, kaynağın kendini yenileyebilme kapasitesinin üzerinde olduğu için, akiferlerin pek çoğu hacimlerinin önemli bir bölümünü halen kaybetmişlerdir. Örneğin, yarım milyon kilometrekare yüz ölçümü ile ABD nin bilinen en önemli yeraltı su kaynağı “Ogallala-Aquifer”inden, üzerinde bulunan 200 bin kadar sondaj ile dakikada 50 milyon litre su çekilerek amansızca talan edilmekte ve süratle boşalmaktadır. Tahminlere göre Ogallala-Aquifer’i halen sahip olduğu su miktarının yarısını kaybetmiş bulunmaktadır. (3*-4) KONYA HAVZASINDA 95 BİN SONDAJ YER ALTI SULARINI YOKETTİ Türkiye’de de durum dünyanın diğer bölgelerinden farklı değildir. Örneğin, Türkiye’nin tahıl ambarı olarak adlandırılan İç Anadolu’da, özellikle de Konya Kapalı Havzasında akut su sıkıntısı vardır. Mevcut 95 bin sondaj ile yeraltı suları büyük bir süratle boşaltılmakta toprak nemi süratle düşmektedir. (4*-2) Sorunu çözebilmek amacı ile başka bölgelerin suyunu (Mavi Tünel Projesi) tüneller ile havzaya taşıma çalışmaları yapılmakta, mevcut sorun başka bölgelere taşınmaktadır. DÜNYANIN SUYUNU KİM HORTUMLUYOR? Su kaynaklarının kullanıcılar arası dağılımı, % 70 tarım ve hayvancılık, %20 Endüstri ve % 10 Bireysel Kullanım olarak (2*-2) tanımlanmaktadır. Burada en çok kullanımın tarım ve hayvancılık olduğu görülüyor. Sorunun en çok dikkatle irdelenmesi gereken noktası da burası. Sözü geçen “Tarım ve hayvancılık”, kırsalda yaşayan çiftçinin sürdüregeldiği geleneksel tarımsal faaliyeti değildir. Hayvancılık da köylünün beslediği birkaç inek, koyun keçi ve bahçesindeki 10-15 tavuk değildir. Sözünü ettiğimiz “Tarım”, küresel “tarım konzern”lerinin ele geçirdikleri çok büyük tarım alanlarında, gerçekleştirdikleri “kitlesel tarım”dır. Toprak Gaspı (land grabbing) diye adlandırılan; Afrika’da, Güney Amerika’da Doğu Avrupa ve Asya ülkelerinde 49 ile 99 yıllığına kiralanan milyonlarca hektar arazide yapılan sözde “modern” tarım, yoğun sulama ile gerçekleştirilmektedir. Bu arazileri su hakkı ile birlikte kiralayan söz konusu tarım konzenleri, inanılmaz miktarlardaki suyu çevre nehirlerden veya akiferlerden çekmekteler. ANNE SÜTÜNDEN PLANKTONA HER ŞEY KİMYASALA BULANDI Kitlesel tarımda kullanılması kaçınılmaz olan milyonlarca ton kimyasal gübreler, herbisitler (yabani ot ilacı) ve pestisitler (haşere ilaçları) kaçınılmaz olarak sulama suyuna karışmaktadır. Böylesi kirletilmiş olan sulama suları taşıdığı yoğun tarım kimyasalları ile yer altı sularını ve giderek akar suları ve gölleri kirletmektedir. Bu kimyasalların içeriğinde bulunan kimi maddeler öylesine tehlikelidir ki bu maddeler dünya durdukça varlıklarını koruyabilme özelliğine sahiptirler (PCB, Dioxin gibi). Günümüzde bu zehirli maddelere denizlerde yaşayan çok küçük canlılardan (plankton) tutun, anne sütüne kadar her yerde rastlanabilmektedir. KİTLESEL BESİ HAYVANCILIĞI SULARI NASIL KİRLETİYOR? “Modern Hayvancılık” da denilen kitlesel besi hayvancılığı, yoğun su kirliliğini oluşturan bir diğer neden olarak önümüze çıkmaktadır. Tüm Dünyada kitlesel besi hayvancılığı kimsenin hayal edemeyeceği boyutlardadır. Dünyanın en büyük tavuk kesimcilerinin günlük(!) milyonlarca tavuk işlediklerinin, domuz kesimcilerinin ( örneğin Smithfield ) günlük 113 bin domuz işlediğini, sığır kesimcisi (örneğin JBS Swift Group) günlük 85 bin sığır işlediğini düşünürseniz, göreceli olarak dar alanlara yoğunlaşmış bir kitlesel besicilik olgusunun yaratacağı çevre kirliliğinin boyutlarını belki bir miktar göz önüne getirebilirsiniz. Dar alanlara sıkıştırılmış on binlerce hayvanın günlük sıvı ve katı dışkılarının oluşturacağı atık dağları öyle tarlalara gübre diye dökülebilecek boyutlarda değildir. Olguyu bir parça görselleştirebilmek için bir alıntı: “ ABD/ North Carolina da Smithfield isimli besicilik şirketinin beslediği domuzların atıklarından “Lagune” dedikleri göletler oluşturdukları, bu göletlerde toplanan on binlerce hayvanın sıvı ve katı dışkılarının ve diğer toksik atıkların çürüme süreci içerisinde oluşan bakteriyel ortamdan dolayı pembe eflatun bir renk aldığı… 1995 yılında bu göletlerden birisinin yıkıldığı ve 95 milyon litre yüksek derece kontamine sıvı atığın yakındaki Neuse Nehrine aktığı… Ayrıca yağmurların şiddetli olduğu zamanlarda bu göletlerin taşarak içeriğinin etrafa yayıldığı… Doksanlı yılların sonunda “Floyd” kasırgası North Carolina’yı tarumar edip sular altında bıraktığında bu göletlerdeki pisliğin etrafa yayıldığı ve domuz ölülerinin sokaklarda yüzdüğü…” (5*) YÜZMİLYONLARCA DOMUZ VE SIĞIR BESİCİLİĞİNİN BEDELİ Yukarıdaki bilgiler, Almanya’daki “Die Zeit” isimli haftalık gazetenin ekonomi sayfalarından alınmıştır. Bu sadece büyük bir domuz besleyicisinin besi süreci sonucu, çevre nehirlerinin ve yeraltı sularının kirletilmesine olan katkısıdır. Dünya çapında kapalı alanlarda kitlesel besicilikle yetiştirilen milyarlarca kanatlı hayvan, yüz milyonlarca domuz ve sığır besiciliğinin sebep olduğu toplam su kirliliğini herkes kendince hayal edebilir. Bence etmeye de çalışmalıdır. BİR OTOMOBİL ÜRETMEK İÇİN 50 BİN LİTRE SU GEREKİYOR Küresel olarak su kullanımında ikinci büyük kullanıcının endüstri olduğunu yukarıda yazdım. Sadece iki kısa fakat çarpıcı örnekle okuyucuya olgunun boyutları hakkında fikir vermeye çalışalım. Bilindiği gibi ham petrol yeraltında birkaç bin metre derinlikte, yer katmanları arasında bulunan yoğunluğu (viskozite) genelinde yüksek bir yağ. Binlerce metre derinlikten bu yağı emerek yeryüzüne çekmek mümkün değil. Kendisi sudan hafif olduğu için yeraltına su pompalanmakta ve bu sayede suyun petrolü yukarı doğru kaldırması (taşıması) sağlanmakta. Bir örnek ile söylemi biraz somutlaştırmaya çalışayım: “Kanada’nın Alberta Eyleti’nde yıllık olarak üretimi devam ettirmek ve basıncı arttırmak için petrol kuyularına basılan su miktarı yıllık olarak 204 milyar litreyi bulmaktadır. Bu miktar su 70 bin kişilik bir şehrin 20 yıl boyunca içme suyu ihtiyacını karşılayabilirdi. Olgunun en olumsuz yanı ise, kuyuya pompalanan onca suyun, petrol bittikten sonra bir daha kullanılamayacak kadar çeşitli kimyasal maddelerle kirletilmiş (kontamine) olması. (3*-5) Endüstrinin su kullanımına iki örnek daha verelim. Örneğin: “Bir otomobilin üretimi için 50 bin litre su gerekmekte. Bir orta boy mikro chip fabrikası saatte 400 bin litre kullanmakta…(2*-3) KİTLESEL TARIM VE HAYVANCILIK SUYUN YÜZDE 70’İNİ KULLANIYOR Bu örneklerin ışığında iki tespitte bulunabiliriz. Birincisi, en önemli su kullanıcısı “kitlesel tarım” ve “kitlesel besi hayvancılığı”dır. Bu tür tarım ve hayvancılık faaliyetleri sadece var olan su kaynaklarının çok önemli bir bölümünü (%70) kullanmıyorlar aynı zamanda bir kısmını da bir daha kullanılamayacak derecede kirletiyorlar. İkincisi endüstri çok değişik oranlarda olmak üzere önemli bir temiz su kullanıcısı. Kullandığı suyun önemli bir bölümü ise öylesine kontamine olmakta ki insanlar ve tüm canlılar için ilelebet kaybolup gitmekte. Geriye insanların genel olarak % 10 olarak ifade edilen su kullanımı kalıyor. Bu suyun da en önemli bölümünü “gelişmiş batı ülkelerinin”, özellikle de şehirlerde yoğunlaşmış “modern” insanları kullanıyor. ABD’de günlük olarak kişi başı su kullanımı 200 litre civarında. Bu miktar Almanya’da 130 litre . Üçüncü dünya ülkelerinde ve buralardaki dev metropollerin gecekondularına sığınmış, nerede ise “kayıt dışı” insanlar diye nitelendirebileceğimiz kişilere günde düşen su miktarı 10 litreyi bulmuyor. SU SORUNUNUN BOYUTLARI… Görüldüğü gibi, küresel olarak miktarı sabit olan (artmayan) tatlı su kaynakları hoyratça kullanılmakta, aşırı olarak tüketilmekte. Diğer bir ifade biçimi ile bir daha kullanılamayacak şekilde kirletilmekten dolayı tatlı suyun, canlıların kullanımına uygun miktarı giderek azalmakta ve kalitesi bozulmaktadır. Var olan tatlı su kaynaklarındaki azalmaya karşı, suya olan talep ise aksine artmaktadır. Dünya nüfusunun artmasından doğan ek bir su talebi ve birey olarak kişi başına daha fazla su kullanmaya başlanılması sonucunda insanların bireysel su talepleri sürekli olarak artmaktadır. Bu gelişmeye kıyasla çok daha vahim bir gelişme ise tüm dünyada oluşturulan “Kitlesel Tarım” baskısıdır. Kırsalda yaşayan ve geleneksel tarım ile uğraşan geniş insan yığınları şehirlere yönlendirilmekte ve boşalan topraklarda giderek artan boyutlarda “Pazar İçin Kitlesel Tarım” yapılmaktadır. Böylece en büyük su kullanıcısı ve kirleticisi olan kitlesel tarımın su talebi, insanların bireysel su kullanımı ile kıyaslanamayacak boyutlarda artış göstermektedir. Kitlesel hayvancılık da aynı boyutlarda artan bir su talebi ile karşımızdadır. İkinci büyük su kullanıcısı olan, endüstride de durum farklı değildir. Bir yanda demir çelik, bir yanda petrol; bir yanda kimya öte yanda elektronik dalı ve diğerleri, katlanarak artan bir su talebi ile ortaya çıkmaktadırlar. Bir yanda gittikçe azalan tatlı su kaynaklarının durumu ile tamamen ters yönde olan tatlı su talebi patlamasını yan yana koyduğumuz zaman var olan “Su Sorununun” boyutlarını kabaca çizmiş oluruz. Su sorunu: “Tüm doğanın suyunu ele geçirmeye çalışanlar, suyu alabildiğine sorumsuzca tüketenlerdir!”, olarak saptanılabilir. KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİ YAŞAMIN KAYNAĞINA HÂKİM OLACAK Küresel Finans Oligarşisi suyun ticari bir meta haline getirilmesi ile; hiçbir zaman tükenmeyecek, üretimi için önemli bir çaba gerekmeyen ve insanlık var oldukça asla eksilmeyecek talebe cevap verebilecek, stratejik bir nesneyi ele geçirmiş olmakta. Daha öz bir deyişle “yaşamın kaynağı”nın hâkimi olmuş olacaktır. Bu durum ne derece büyük bir güç demektir? KFO bu gücü ne için ve nasıl kullanacaktır? Bu soruların cevabını önceden kapsamlı olarak tanımlamaya çalışmak son derecede yaşamsal öneme sahiptir. TÜRKİYE KÜRESEL SU OYUNUNUN NERESİNDE? Türkiye’deki durum da ‘küresel su sorunu’ndan bağımsız olmayıp, küresel olarak var olan sorunun bir parçasıdır ve sadece ayrıntılarda bize özgü yansımalar içermektedir. Bir takım aklıevveller, kendilerine küresel merkez tarafından verilen işareti iyi anlamışlardır. Bir yandan ülke içerisinde devlet gücüne yaslanırken, öte yandan göbekten bağlı oldukları küresel finans ağı vasıtası ile, kendilerine ayrıcalıklı konumlar elde edebileceklerini umanlar bu “çapul” un içersinde yer almaktan çekinmiyorlar. Bireysel bir şeyler kazanma hırsı ile derin bir yok olma korkusunun yarattığı paniğin, böylesi iç içe olduğu durumlar aslında büyük felaket anlarında ortaya çıkar. Örneğin büyük bir deprem felaketinde, pek çok insanı altına alan yıkıntılar arasında, daha bir kaç saat evvel canlarını zor kurtarabilmiş olan kimi yaratıkların, harabeler arasında yağmaya başlamaları gibi. Hidroelektirik Santralleri (HES) yapıyoruz diye, tüm su kaynaklarını bir birbirlerine bağlayarak bileşik bir su sistemi oluşturuyorlar ve (kutsal?) özel mülkiyete geçiriyorlar. Sistem oturana kadar da insanları bin bir sinsi yöntem ile oyalıyorlar. Yakın gelecekte sistem oturduktan sonra, polisi ve askeri ile sahibi oldukları özel mülklerini (su kaynaklarını) nasıl acımasızca savunduklarını da göreceğiz. KRALLAR, ŞEYHLER İSTANBUL SU FORUMU’NDA BULUŞACAK Uluslararası Su Forumu 27-29 Mayıs 2014 arasında İstanbul’da toplanacak. Krallar, Prensler, Şeyhler, BM yüksek bürokrasisi, adını duymadığımız Bankaların üst düzey yöneticileri ve direk görevli bazı politikacılar; kısacası Küresel Finans Oligarşisinin “elit” kadroları İstanbul’da toplanacak ve Dünya su kaynaklarını ele geçirme sürecinde yeni aşamaları konuşacaklar. Biz sıradan insanların temsilcileri orada olamayacak. Bırakın bizlerin fikrinin alınmasını, kapalı kapıların ardında yapılan pazarlıkları duymamız bile istenmeyecektir. ‘BİREYSEL DİRENİŞ, KURTULUŞUN BAŞLANGICIDIR! Aydın ve insani sorumluluk duygusunu yitirmemiş çağdaş insanın bu oluşuma sırtını dönmeyeceğini umuyorum. Başlı başına bir mucize olan dünyamızın ve üzerinde oluşmuş olan, sayısız yaşam biçimlerinin dünya durdukça var olabilmesi için, insan denilen canlıya büyük sorumluluk düşmekte. Ben, pek çok sorumlu insanın, kendinden başlayarak ve sabırla, küçük adımlar halinde “farkındalığın” artmasına katkı sağlayabileceğine, kendince bireysel bir direniş tohumu oluşturabileceğine derinden inanıyorum. Unutmayalım, “bireysel direniş, kurtuluşun başlangıcıdır!” Saygılarımla Erhan Ünal
Yararlanılan Kaynaklar: 1*: http://www.tehelka.com/the-water-wars ; January 29, 2011 2* Jens Loewe. “Das Wasser Syndikat”. Pforte Verlag, Dornach 2007 -1, Age. S: 44-58; -2, Age. S:14; -3, Age. S:14 3* Maude Barlow / Tony Clarke; Blue Gold. “The Battle Against Corporate Theft of the World’s Water” Stoddart Publishing, Toronto 2002 -1, Age. S: 40; -2, Age. S:24; -3Age. S:68; -4, Age. S:32; -5, Age. S:30 4* T. Nalbantçılar, F. Arık, A. Diken; “ Konya Kapalı Havzası’nın Mevcut sorunları ve Çözüm Önerileri” Jeoloji Mühendisleri Odası Konya Şubesi. Haber Bülteni -1 Age.S: 78; -2 Age. S:79 5* Die Zeit. politische Wochenzeitung. 07.November.2013 Deutschland 6* www.hurriyet.com.tr/pazar/17447034.asp , 03 Nisan 2011
BU KONUYU ÇOK AÇIK BİR ŞEKİLDE
ANLATAN BİR DE FİLM VAR...
YAĞMURU BİLE / EVEN THE RAİN
2011 - Fransa, İspanya, Meksika yapımı
Takıntılı idealist Sebastian, Kristof Kolomb ile ilgili bir film çekmeye kararlıdır, ama bu Hıristiyan kahramanın mitini tersine çevirecek, açgözlülüğünü ve vahşi eğilimlerini gösterecektir.
En ucuz ve Latin Amerika’da
en yerli ülke olan Bolivya’daki çekimler sırasında,
Kolomb’dan 500 yıl sonra , altın savaşlarından sonra