Translate

16 Şubat 2015 Pazartesi

Sözleşmeli Çocuk - Verdingbub




Avrupa'nın "en demokratik ülkesi" kabul edilen İsviçre'de 
çocukların 1974'e kadar köle olarak kullanıldığı 
ve tecavüz dahil her türlü kötü muameleye tabi tutulduğu.....





Der Verdingbub
Yönetmen: Markus Imboden,2011














Heidi’nin ayakları neden çıplaktı?

SEVİM AKYÜREK / 10 ŞUB 2015


Verdingkinder… Bu kelimeyi, “Sözleşmeli Çocuk” diye çevirsek de Türkçeye, kapsadığı karanlık ve acı öyküyü bilmeden anlamını açıklayamayız. Bu yazıda onlardan “çıplak ayaklı çocuklar” olarak söz edeceğiz. Karlı dağlarla çevrili yemyeşil çimenlerin üzerinde, sardunyalarla süslü ahşap çiftlik evlerini gösteren kartpostal resimlerinden tanırız İsviçre’yi.

Alp’ler, peynir ve çikolatadan sonra İsviçre’nin simgelerinden biri sayılan Heidi’yi hatırlayın. Kırmızı yanaklı, basit elbiseli, hiç yorulmadan herkesin yardımına koşan bu kız çocuğu, hep çıplak ayaklarıyla geçer öykülerin içinden. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı çiftçiyle arkadaşı Peter’in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayak koşar keçilerin peşinden.

Yaratıcısı Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün bir ucunu kaldırmıştır. Küçük kahramanı aracılığıyla, doğaya, insanlara, hayata Alpler’in öksüz kızının gözüyle bakarken, bütün Verdingkinder’lerin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye çalışmıştır. Heidi, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir gerçeğin simgesidir ve onun çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş bir suçun yarattığı utancın üzerinde koşuyor. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.

İsviçre’nin karanlık yüzü

İsviçre’de 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışmaları yasaklandı. Ama çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açıldı ve İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar çocuk emeği sömürüsünün örneğine az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı oldu. Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden “kurtarılmış” çocuklardı!

Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.

Yüzleşme

Birkaç yıldır İsviçre toplumu bu gerçekle yüzleşmeye çağrılıyor. Çünkü köle çocuklardan bugün hayatta olanlar bu tarihsel utanca tanıklık ederek o dönemin hiç olmazsa vicdanlarda yargılanması yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşturdular.

Özellikle 1998 yılından itibaren Olten’da yaşayan birkaç tarihçi bir zamanlar tabu olarak adlandırılan bu gerçeğin konuşulmasını sağlamak üzere, yaşayan bütün Verdingkinder’lere ya da yakınlarına ulaşmak için çalışmalara başladı. Bu işe gönül verenlerden biri Tarihçi Marco Leuenberger. On yaşındayken babası kendisinin bir verdingkinder olduğunu açıklamış ve yaşadıklarını anlatmış. Bugün oğlu canla başla bu karanlık tarihin ortaya çıkarılması için emek harcıyor. Özellikle 2009 yılındaki Verdingkinder Reden adı verilen sergiyle ilk defa bilimsel çalışmalara, konferanslara, canlı tanıklıklardan oluşan açık oturumlara konu edilerek, sonra operaya ve ilk defa bir filme de uyarlanarak konu gündemde tutuluyor.

Konunun toplumda ilgi görmesi, ses getirmesi üzerine sergi 2016 yılına kadar uzatıldı. Bu etkinlikler sonucunda 11 Nisan 2013’ de devlet resmi olarak özür diledi. Verdingkinderler bir zamanlar çocukluklarının çalındığı bu yerde konuşarak tüm çiftliklerden hesap sorarcasına yaşadıklarını anlatıyorlar, İsviçre’ye ve dünyaya. Basel Üniversitesinden Veli Mäder açılışta şimdiye kadar yapılanların ses getirdiğini açıkladı. Toplumun konuya duyarlılığını arttırdığını, çok sayıda okulu ziyaret ettiğini ve şimdi bir adım öteye geçerek 30 Mart 2014 yılında parlamentonun önünde yapılan protesto gösterisinde verdingkinder ve yakınlarının maddi tazminat istemelerinin sevindirici olduğunu açıkladı.

Sanat ve edebiyatta köle çocuklar

Peki, bu dönemde hiç tepki gösteren yok muydu? Vardı kuşkusuz. Örneğin, bir Rus doktorun, bir çiftlikte yoğun tecavüzler sonucu ölen bir erkek çocuğu hakkında ilk defa bir resmi rapor yazması o dönem için sık rastlanılan bir durum değildi. Ama bu tutumundan dolayı dışlandı ve yazdıkları dikkate alınmadı. Aynı zamanda kadın örgütleri, partiler ve sendikalardan da tepkiler gelmişti. Örneğin kendisi de bir “verdingbub” olan yazar Carl Loosli “Susmuyorum” şiarı ile yazdığı kitaplarıyla mücadelede yerini almıştı. Carl Loosli, İsviçre’nin bir “Verdingbub” yazarı, sosyal eleştirmeni, filozofu, gazetecisi. Yaşadığı dönemde yazdıkları dikkate alınmayan, dışlanan bir yazar. Carl Loosli, “annemi hayatımda yalnızca beş kez görebildim, babamı ise hiç görmedim” diyerek başlar hayatını anlatmaya. 1877 yılında Bern şehrinde gayri meşru bir çocuk olarak doğdu. Sekiz yıl bir çiftlikte yaşadı. 11 yaşından sonraki yaşamı yetimhanelerde, cezaevlerinde ve tımarhanelerde geçti. Ülke ve toplum sorunları üzerine düşünen, mücadele eden bir yazardı. Yaşadığı dönemde konuşulması tabu olan “Verdingkindern” gerçeğini yazdı, İsviçre’nin faşizme ve mültecilere olan tavrını, sanat anlayışını eleştirdi, Yahudiler, kadın ve çocuk hakları gibi sorunlar için mücadele etti. Bu yüzden düşmanı da çok oldu.

devamı linkte:




Contract Kids - Switzerland
İngilizce Belgesel










Not: İsviçre'de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesi 7 Şubat 1971'de gerçekleşirken, İsviçre'ye bağlı Appenzell kantonunda ise 1990'ı bulmuştur.




"herkes, başkasını suçlamadan önce, kendi çöplüğüne bakacak"

















15 Şubat 2015 Pazar

KRALİÇE MARGOT






KRALİÇE MARGOT - QUEEN MARGOT

Yönetmen: Patrice Chéreau , 1994 ,Almanya,Fransa,İtalya
Oyuncular: Thomas Kretschmann, Vincent Pérez, Asia Argento, Isabelle Adjani, Daniel Auteuil

Konusu: Ağustos 24, 1572, yaşananlar tarihe St. Bartholomew katliamı olarak geçer. Fransa topraklarını dehşet bir mezhepler savaşı kasıp kavurmaktadır. Barışı sağlamanın olası tek yolu soylular arasında gerçekleştirilecek zoraki bir evlilikten geçmektedir. Kral Charles ın kız kardeşi Margot ile Hugenot kralı Henri nin evlenmesi gerekmektedir. 



Filmin müzikleri Goran Bregoviç'e ait. Türk ezgilerini de kullanmış, özellikle kanun.(Fransızca olan 2.bölüm videonun ilk sahnelerinde dinleyebilirsiniz.)


Goran Bregoviç ve Queen Margot müziği:

GORAN BREGOVİÇ - LULLABY

SANKİ DEVLERİN AŞKI ! KİM KİMDEN ALDI ACABA ?

MOĞOLLAR- DEVLERİN AŞKI






Aziz Bartolomeus Yortusu Kıyımı

Saint Barthelemy Katliamı, 'Aziz Barthelemy Günü'ne denk düşen 24 Ağustos 1572 tarihinde Fransa'da Katolikler tarafından Huguenot denilen Protestanlara karşı gerçekleştirilen katliam.

Bu katliam Fransa ve İspanya'nın Flanderes bölgesini denetim altına almak istemesi nedeniyle ve Katolik ile Protestan asilzadeleri arasındaki iktidar çekişmesinden dolayı meydana gelen olaylardan biridir.

Fransa Kralı IX.Charles'ın İspanya'ya yakınlığı ile bilinen annesi Catherine de Medicis'in I. Henry, Duke Guise'i kullararak kralın Protestan yardımcısı Amiral Gaspard de Coligny'ye düzenlediği suikastir. Olaydan yaralı kurtulan ve evinde ağır yaralı yatmakta olan Coligny'i öldürmek için ikinci bir saldırı düzenleyen katolik asilzadeler bunu başarmışlar ancak bu kez önü alınamayan bir katliama sebep olmuşlardır.

24 Ağustos 1572 sabaha karşı beyaz haçlı giysileri giymiş Katolikler evlerinde uyumakta olan Protestanlara saldırdılar. Önce Pariste başlayan katliam daha sonra bütün ülke geneline yayıldı. İki gün süren katliam sonucunda resmi olmasa da onbinlerce Protestanın öldürüldüğü tahmin edilmektedir.

26 Ağustos 1572'den sonra sağ kalan Fransız asıllı Protestan soyluların tamamı dinlerini terkederek Katolikliği kabul etmiş, halk tabakası ise İsviçre ve Almanya'ya sığınmıştı. (wikipedia)


Fransa kralı II. Henri'yle Catherine de Médicis'nin oğluydu. Önce Anjou dükü unvanını aldı. Kardeşi IX. Charles'ın hükümdarlığı sırasında ülkenin gerçek egemeni olan annesi Catherine de Médicis tarafından Huguenot'lara (Fransız Protestanları) karşı savaşan krallık ordusunun komutanlığına getirildi. Bu görevi sırasında Huguenot önderlerinden Condé prensi Louis I de Bourbon'u Mart 1569'da Jarnac'ta, Gaspard de Coligny'yi ise aynı yılın ekiminde Moncontour'da yenilgiye uğrattı. 1572'de annesinin binlerce protestanın katledildiği Aziz Bartolomeus Yortusu Kıyımı'nı düzenlemesine yardımcı oldu.

Henri'yi öteki kardeşlerinden daha çok seven ve yükselmesi için nüfuzunu kullanan annesi Catherine onu 1572'de boş bulunan Polonya tahtına aday gösterdi. Henri Mayıs 1573'te Polonya kralı seçildi. Ama Charles'ın Mayıs 1574'te ölmesi üzerine Polonya'dan Fransa'ya dönerek 13 Şubat 1575'te Reims'de Fransa kralı olarak taç giydi. İki gün sonra da Lorraine Hanedanından gelen Louise de Vaudémont'la evlendi ve hiç çocukları olmadı.

Fransız Din Savaşları (1562-1598) III. Henri'nin hükümdarlığı sırasında da sürdü. Henri Huguenot'lara yeniden savaş açtıysa da 1576'da Blois'de toplanan États Généraux kralın aşırı harcamalarından bunaldığı için ona gerekli maddi yardımı sağlamayı reddetti. 1576'da sürüpgiden din savaşlarından bıkmış olan Henri, Monsieur Barışı'nda Katoliklerin savaş alanı zaferlerini göz ardı edip din özgürlüğü başta gelmek üzere Huguenot'lara bir takım ayrıcalıklar tanıdı. Bu ayrıcalıklara öfkelenen aşırı Katolikler, İspanya'nın da desteğiyle Guise Dükü Henri'nin önderliğinde Kutsal Birlik'i oluşturdular. Henri, Kutsal Birliğin baskısıyla Huguenot'lara yeniden savaş açmak zorunda kaldı.

1577'de imzalanan Bergerac Antlaşması'yla çatışmalar geçici olarak sona erdi. Poitiers Fermanı'yla Huguenot'lar bazı özgürlüklerini yitirirken, Katoliklerce kurulan Kutsal Birlik de dağıldı. Ama Henri'nin kardeşi François'nın ölümünün ardından, Huguenot'ların önderi Navarre'lı Henri'nin (sonradan IV. Henri) tahtın varisi olması (1584) üzerine harekete geçen Katolikler, Guise 3. dükü Henri'nin önderliğinde Kutsal Birlik'i yeniden kurdular.

Annesinin öğütlerine uyan III. Henri, Huguenot'lara hoşgörü gösterilmesi amacıyla çıkarılan eski fermanları yürürlükten kaldırarak Kutsal Birlik'i yatıştırmaya çalıştı. Ama Katolikliği yeterince güçlü biçimde savunmadığını düşünen birlik üyeleri Henri'yi tahttan indirmek için harekete geçtiler. Henri, Kutsal Birlik'in kalelerinden olan Paris'te Protestan bir kral istemeyen ve Birlik'in kışkırttığı halkın ayaklanması üzerine 12 Mayıs 1588'de (Barikatlar Günü) Chartres'a kaçmak zorunda kaldı. Ama Aralık 1588'de Blois'da États Généraux'nun toplanmasından yararlanarak Guise dükünü ve Lorraine kardinali olan kardeşi Louis'yi öldürttü. Kutsal Birlik'in düşmanlığını daha da artıran bu olayın ardından, Navarre'lı Henri'yle ittifak kurmak zorunda kalan kral onunla birlikte Paris'i kuşattı.

Ama 1 Ağustos 1589'da, huzuruna çıkmayı başaran Jacques Clément adlı fanatik bir Dominiken keşişince hançerle ağır bir biçimde yaralandı, ertesi sabah da yaşamını kaybetti. Ölmeden önce veliaht ilan ettiği Navarre'lı Henri tahta çıktı.





***

Bir başka kıyım...

GÜLÜN ÖTEKİ ADI / KATHARLAR KATLİAMI

Önsöz

Uygarlığın tanyeri kolay ağarmadı. İnsanoğlu ateşi ne zaman buldu, bilinmiyor. Ateş gece karanlığında küçük bir aydınlıktır; ama insan aklının aydınlanması için tarih babanın sabrıyla uzun süre beklemek gerekiyordu.

Karanlığın koyuluktan alacalığa dönüşmesi için ne kadar süre geçti, sorusunu yanıtlamak da güçtür. Zifir rengindeki göğün ötesinden berisinden belli belirsiz ışınlarla delinmesi, sonra karanlığın daha da yoğunlaşıp toplumların üstüne çökmesiyle geçen yüzyıllar, kaç kuşağı toprağa gömdü?

Tarihte örnekleri var; kimi zaman tanyeri ağarır gibi olmuş; insan "gün doğuyor" diye umutlanmış, sonunda yıkıcı bir düş kırıklığına uğramıştır.

Geçmişin bir evresinde din bağnazlığı, dünyanın her yerinde birbirinden ayrı gibi görünen, ama özde bir sayılan düzenler kurmuştu. Düzenlerin temel kuralı neydi? İnanacaksın, tapacaksın, düşünmeyeceksin, kuşkulanmayacaksın, yalnız emirleri yerine getireceksin; Tanrı adına yeryüzünde egemenliği elinde tutan buyurganların kurduğu düzeni, aklın süzgecinden geçirmeden benimseyeceksin.

Kim ki bu düzeni değiştirmeye kalkar, yine Tanrı adına katli vaciptir.

Doğudan batıya, kuzeyden güneye gezegenimizi saran bu düzene -yine tanrılar adınabaşkaldıranların karanlığı dağıtmak yolunda katkıları büyüktür. Batıda "Reform"devinimi "Uyanış" ve "Aydınlanma" çağlarının belirleyicisi değil mi? 

Luther'in Roma'daki Papa'ya kafa tutması, yine din adınaydı; dinsel mantığa dayanıyordu, ama akıl yolunu açarak insan düşüncesine kilisenin kubbesi altında sıcak bir mum yaktı.

Peki, Luther'den öncesi yok muydu? Tarihte hep öncüller ve ardıllar vardır. Hiçbir olgu, bir oluşumun omurgasına eklemlenmeden gerçekleşemez. Ayrıca Kathar Şövalyeleri'ni tanıdığımız zaman, insanlığın soyağacında Şeyh Bedreddin'e ne kadar yakın bir dal oluşturduğunu düşünüyoruz, iki akımın da karanlığın cellatlarına boğdurulması, yazgılarındaki benzerliği vurguluyor.

Kathar Şövalyeleri kilisenin buyruğuyla odun ateşlerinde yakıldılar. Biliyoruz ki tarihin karanlığında yakılan her insan geleceğin aydınlığında bir kıvılcım oluşturmuştur ve her kanlı yenilgi daha sonraki dönüşümlerin tohumlarını toprağa serpmiştir;

Nâzım Hikmet bu gerçeği, idam fermanını algılayan Şeyh Bedreddin'de dile getirir:

Bedreddin gülümsedi, Aydınlandı içi gözlerinin, dedi:

— Madem ki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid.

"Bu kerre mağlubuz," dedi Bedreddin; bu sözün içinde geleceğe güven var.

Elinizde tuttuğunuz bir tarih kitabı değil, insanlığın damarlarında dolaşan özsuyun kaynaklarından birini size tanıtan bir öykü, roman ya da bir başka tür, ama kesinlikle masal değil; gerçekliğin soylu bir serüveni.

Kathar Şövalyeleri'nin Türk okuruna Mine Saulnier'nin duyarlı kalemiyle tanıtılması, kitaba değerini veren ana niteliktir. Pirene Dağları'nın kuzeyinden başlayan insana dönük bir inanç akımının sosyal adaleti içeren toplumsal bir düzene dönüşmesi; sonra da Türkiye'nin ovasına, kasabasına ulaşan rüzgârlara karışması, tarihte ilginç sayfalar oluşturuyor. Mine Saulnier'nin üslubunda biçimlenince, o günleri yeniden gündeme getiren bu kitap güncelleşiyor.

Türkiye'de bugün bile "vicdan özgürlüğü" ve "sosyal adalet" gündemin birincil maddeleri değil mi?

Bu kitap, Oksitanya'daki odun ateşinde yakılan ya da Serez Çarşısı'nda asılan insanın serüvenidir. Her zaman yinelendiği gibi insan kolayca insanlaşamadı; bugün de önümüzdeki yol kısa değil.

İlhan Selçuk
1989
.....

Önsöz

Gülün Öteki Adı tarihsel karşılaştırmalarla kültürlerin birbirlerini nasıl etkileyebileceğine işaret ediyor. Küçük Asya ve Balkanların, Hıristiyanlık ve İslamiyet içindeki mezheplerin gelişim sürecinde dönem dönem oynadıkları önemli rolü gösteriyor. Bunlar arasında devamlı ve en etkileyici olanı, şüphesiz düalist düşüncedir. Katharizm öğretisinin altyapısını oluşturan düalist düşünceye Manes'e kadar gitmeden değinmek gerekirse: Altıncı yüzyılda Ermenistan, Küçük Asya ve Trakya'da yayılan Pavlusçuluk, 870'lerde en saf haliyle Tibrike'de (Divriği) ortaya çıkıyor ve V. Konstantin'in Malatya ile Erzurum'dan tehcir ettiği halklarla birlikte Bulgaristan'a yayılıyor.

Onuncu yüzyıl ortasında Aziz Bogomil tarafından yeniden yorumlanan Pavlusçuluk, Balkan Slavları arasında yayılarak Konstantinopolis'e kadar uzanıyor. On beşinci yüzyıla kadar Bosna-Hersek'te gelişen Bogomilizm, on birinci yüzyıldan sonra özellikle haçlı orduları ve uluslararası tüccarlar aracılığıyla Batıya yayılıyor. İlgi çekici noktalardan biri de, on dördüncü yüzyılda, Fransa Krallığı'nda Katharizmin yok edildiği dönemde Philadelphia'da (Alaşehir) etkin bir Kathar Kilisesinin olmasıdır. Daha da iyisi, Alaşehir'de bulunan bir yazıttan yola çıkan I. Henri Gregoire*, dördüncü yüzyılda Küçük Asya'daki Kathar inançlarının, yedi-sekiz yüzyıl sonra Batı Avrupa Katharlarının inançlarıyla aynı olduklarını kanıtlamıştır.

Gülün Öteki Adı'nda belirtildiği gibi Simavnalı Bedreddin'in öğretisi ve hareketi daha kısa sürse de aynı topraklarda doğmuş ve yayılmıştır. Bedreddin, Osmanlı'nın yeni fethettiği Edirne yakınlarında Hıristiyan bir anneden doğmuştur. Babası da ilk akıncı Selçuklu beylerinin torunlarındandır. Babasının gözetiminde İslamiyet'i öğrenmiştir. Ama I. Mehmet tarafından sürgüne gönderildiği İznik'ten kaçtığında, önce Kastamonu ve Sinop ardından Kırım'a gittikten sonra vardığı Besarabya'da (Romanya), Hıristiyan bir prensin yanına sığınmıştır. Osmanlı karşıtı propaganda çalışmalarını Dobruca ve Deliorman'a sınır olan Besarabya'dan başlatmıştır. Aynı anda, aynı çalışmayı Manisa ve İzmir çevresindeki yandaşları Şii, Yahudi ve Hıristiyanlar arasında yürütür.....

*'Henri Gregoire, "Küçük Asya, İtalya ve Fransa Katharları", Memorial Louis Petit,Bizara Tarih ve Arkeolojisi Hikâyeleri, Bükreş Fransız Enstitüsü Bizans Araştırma Merkezi, 1948, s. 142-15

Jacques Thobie
Paris-8 Üniversitesi Em. Profesörü ve İstanbul Fransız Enstitüsü Anadolu Medeniyetleri Araştırmaları (eski) Müdürü…..2000

....

Kılıçlarından kan damlayan Kuzeyli Baronlar,zırlarını şakırdatarak geldiler, Başpapaz Arnaud Amaury'nin huzurunda diz vurup sordular:

— Kathar sapkınları çoluk çocuk Beziers Katedraline sığınmış. Onları korumak isteyen dini bütün halk, Katoliğiyle, Yahudisiyle aralarına karışmış. Tanrının kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız Peder? Katharlar üstüne haçlı seferini Roma adına yöneten Başpapaz yanıtladı:

—Hepsini öldürün! Tanrı kendi kullarını ayırır.

(Beziers katliamı-Massacre at Béziers) 22 Temmuz 1209

Kavuklulardan ikincisi Şekerullah bin Şehabeddin
imiş. Dedi ki:

— Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı.
Ve bunların dahi şeri Muhammediye muhalif nice işleri aşikâr oldu. Kavuklulardan üçüncüsü şıkpaşazade imiş.
Dedi ki:

— Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?

— Cevap: Allah bilir anın çünküm biz cinin mevti halini bilmezüz..

Nâzım Hikmet

(Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı)




GÜLÜN ÖTEKÎ ADI
Kathar Şövalyelerinden Şeyh Bedreddin Yiğitlerine
Mine G.Kırıkkanat -kitap




not: 
Papa III. Innocentius dönemi:

Saldırı yapılan bölge, kültürel, bilimsel, ekonomik olarak Yukarı Fransa'ya benzemiyordu. Bölgede Yunanca, İbranice ve Arapça ders olarak okutuluyor ve Endülüslerle senkronize hareket ediliyordu. Kuzeydeki asiller isimlerini yazamazken buradakiler edebiyat ile uğraşıyorlardı.

Katliamdan sonra


Bölge harap edildi, on binlerce insan kılıçtan geçirildi, canlarını kurtaranlar daha sonra Engizisyonda yargılanıp yakıldı. Avrupa üç yüz yıl daha geriye gitti.





Bu katliamı işleyen Kate Moss'un "Labirent" isimli kitabı (kurgu gerçek karışık) 2 bölüm halinde dizisi de var.





***


Türkiye güçlü bir ülkedir ve gücünün farkına vararak, tıpkı 1937 yılında imzalanan Saadabat Paktı, Balkan Paktı gibi anlaşmalar yaparak Hazar çevresi ülkeleri ve diğer bölgelerdeki ülkeler ile arasını düzeltmek zorundadır. Zaten bu ülkeler ile ilişkilerini iyi tutmadan bir çıkış yakalayamaz. Nur Sultan Nazarbayev'in de dediği gibi Türkiye, AB'ye baktığı kadar bu oluşumlara da baksa büyük bir açılım olabilir. Nazarbayev, Türkiye AB'ye sarf ettiği enerjinin yüzde 25'ini    Doğu'ya  Asya'ya  çevirse   dünyanın dengeleri değişir" diyor. Bizim bunun farkına varmamız ve Batı'yı da ihmal etmeden yönümüzü kesinlikle Doğu'ya çevirmemiz lazım. Çok yönlü bir dış politika uygulamalıyız. Batı doğuya demokrasi ihraç ederken kendine karşı blokların oluşmasına da ortam sağlıyor.   Asya'da  yeni  oluşumlar  var. Amerika  bile  'gelecek  Asya'dadır!  Diyor...

Özellikle Ukrayna'daki başarısızlıklarından sonra Batı'nın  demokrasi  çalışmaları  biraz   farklılaştı.  Türkiye SSCB'nin dağılması ile ortaya çıkan bir ülke değil. İran ve Türkiye gibi imparatorluk ülkelerinde daha farklı yapılanmalar daha geniş çalışmalar yapılmaktadır.

Herşey demokrasinin yaygınlaştırılması teziyle başladı. 1997'de Amerika Birleşik Devletleri yönetimi,    yeni bir yüzyıl için ulusal güvenlik stratejisi adı verilen bir çalışma yayınladı. Çalışmada: 'dünyanın Amerika'nın liderliğine ihtiyacı vardır.   ABD liderlikte rakipsizdir dolayısıyla dünyanın her köşesine ilgi duymaktadır'   diyor  ve Amerika'nın milli güvenliği için  kuvvetli bir askeri güce, küresel ekonomiye   ve dünyada demokrasinin yaygınlaştırılması şartına dikkat çekiliyordu. Aslında bu projenin tohumları 20 yıl önce atılmıştır. Reagan projesi diye de adlandırılan   'project democracy'   yani demokrasi projesi 1980'lerde kongrede yasalaştı. Amaç tüm dünyayı sivil toplum örgütleri marifetiyle yönlendirmek ve bunu göze batmadan yapmaktı... Bu proje kapsamında ulusal  demokrasi fonu   yani sıcak dolarlar çeşitli  merkezler  tarafından   gerekli yerlere akıtıldı..   Böylece partiler sendikalar sivil toplum örgütleri media üniversiteler vesair büyük güçlerin çıkarları doğrultusunda yönlendirildi. Bu Yugoslavya'da da tüm balkan ülkelerinde ve Kafkas ülkelerinde ve dünyanın birçok ülkesinde uygulamaya konuldu

Daha önce belirttiğim gibi ortadaki demokrasi anlayışı batılı ülkelerin hedefleriyle uyum içindedir. Ve bu eski bir hikâyedir. Osmanlı imparatorluğu parçalanıp güneydoğu bölgesine   ve Suriye'ye elkoyan Fransızlar  'kendilerini idare etmekten aciz bir halka  ileri bir uygarlığı hediye ettiklerinden' söz etmişlerdi. 1918'de de Mondros'da silahları bırakma anlaşmasından sonra Suriye'nin işgali bu gerekçeyle gerçekleştirilmişti.   Gürcistan  Ukrayna ve Lübnan'da sahnelenen oyun hep aynıydı.. Demokrasi projesinin en önem verdiği kurumların başında medya geliyor.1999'da amerikan kongresi Sırbistan'ın demokratikleştirilmesi için 25 milyon dolar tahsis etti. Kırgızistan'a 4 milyon dolar ayrıldı.


Demokrasi  yaygarası  koparanlar  müthiş   çifte  standartlıydılar.   Kendi ülkelerinde  azınlık kültür ve  dilleri  dinleri asla  kabul  edilmez  batı Trakya'da  rahmetli Mehmet   Emin Aga  2 günde  bir  saldırıya  uğrar  Türk demek  yasaklanırken,  'demokrasi  havarileri  Azerbaycan,   Tebriz, Kafkasya  Balkanlarda  'özgürlük  çalışmaları  yaparlar…

Karabağ soykırımın  merkezidir  hem de  100  yıldır  Kıbrıs'da   toplu  katliamlar  yapılmıştır,  Daha  40  yıl  önce  Cezayir  halkının  yüzde  15'i,  Afrika'nın  yüzde  25'i  kıyıma  uğramıştır.  Demokrasi  havarileri bunlarla  ilgilenmez….Din   özgürlüğü   diye  mangalda  kül  bırakmayanlar  tüm  dünyada  Müslüman  nüfusa  işkence  eder,  camileri  yıkar,  inanılmaz  boyutta  paralar  Evanjelist  kiliseler  emrinde  misyonerliğe   tahsis   edilir…

1800'lerin sonundan itibaren Ortadoğu'nun anahtarı. Ayrıca dinleme sistemi ECHELON'un en iyi çalıştığı 3 yerden birisi Kıbrıs. Biliyorsunuz   geçenlerde   savaş  gemilerimiz  bir  gövde  gösterisi  yaptı.  İyi  de  aynı  günlerde  'Türk'  petrol yasasıyla  petrolümüz  elimizden  kaymaktaydı.  Türkiye  öyle  bir  coğrafyada   ki,   altımız  petrol ve  maden  kaynıyor…Konya ovasına  gelip  giden   yabancı  maden arama  ekiplerinin haddi   hesabı yok.  Konyanın  altı  gümüş  deniyor. Bergama da  altın  var.  Doğumuz  petrol   kuzey   de  Bor  yatakları...

Avrupa tarihten gelen bir hazımsızlık içinde. Türkiye'yi ve Türkleri anlayamıyorlar. Bu konuda çok zorlanıyorlar, elleri o kadar kanlı ki bizleri de kendileri gibi sanıyorlar. Bunlar bütün Afrika'yı Avrupa'yı kana bulamış insanlar. Avrupa tarihi birbirini katleden dini siyasi gruplarla örülüdür.  Soykırımlar tarihi Avrupadadır. Hazreti Muhammed'e söz edenler 1572 Katolik Protestan savaşlarına bir daha göz gezdirmeliler.  Acaba neden Aziz Paul'ün tüm heykelleri eli kılıçlıdır. Avrupa  ifade  özgürlüğünde  çok  gerilerde.. 

Bugün  içimizdeki  turuncular  Avrupa'nın  kayıtsız  şartsız   çağdaşlığı  temsil  ettiğine  inananlar, 'Biz adam olmayız,  biz  geriyiz!'e  inandırılmış  zavallılar…Eğer Avrupa'da bugün olan biten daha yakından izlenirse  Türkiye  ve Doğu  ülkelerinde   Özde  çok daha büyük bir  özgürlük hoşgörü  olduğu  anlaşılır…

Düşünün bugün  Avrupa'nın yarısı  krallıkla  yönetilmektedir… Dün  Avrupanın yarısında   İspanyadan italyaya  Almanyaya  faşist  dikta  rejimleri  vardı  bazıları  1970'lere kadar  ülkelerin   başındaydı…

Bence kendi değerimizi iyi  öğrenmenin  tam  zamanı!

BANU AVAR



Aziz Pavlos







İYİ SEYİRLER,
SB.





ilgili

























PASCALİ'NİN ADASI






PASCALi'S iSLAND

Yönetmen: James Dearden ,1988 İngiltere, İtalya
Oyuncular: Ben Kingsley, Helen Mirren, Charles Dance, Vernon Dobtcheff
Senaryo : James Dearden 




Konusu: İngiliz arkeoloğun adaya gelmesiyle onun söylediği gibi biri olmadığı sonucuna varan ve Osmanlı adına çalışan Pascali , raporları İstanbul'a gönderir ama kimse okumaz. Entrikası bol ,bir anti-Türk film daha....



negative images of Turks:
Pascali's Island (James Dearden) Ben Kingsley plays an ugly, bold, bisexual Turkish spy who becomes tragically involved with Charles Dancer's tricksy archaeologist and Helen Mirren's Austrian painter in the middle. Due to his fanatical jealousy and denunciation, the lovers (English archaeologist and Austrian painter) are killed by the cruel, ugly, fat, bribee Turkish Pasha of the island....!






TARiHTE AVRUPA BİRLİGİ VE TÜRKİYE




























Ankara Casusu Çiçero / 5 Fingers




5 FINGERS ya da FİVE FİNGERS /Joseph L. Mankiewicz 
ABD - 1952
James Mason, Danielle Darrieux






Yıl 1944, II.Dünya Savaşı döneminde Ankara’dayız. İngiliz büyükelçisinin sınıf atlamak isteyen uşağı olan CİCERO (James Mason) aslında çok sinsi ve çift taraflı çalışan bir casustur. Ayrıca kocasını ve servetini kaybetmiş alımlı bir kontesle evlenip rahat ve mutlu bir hayata kavuşmak ister. İngiliz hükümetinin çok gizli belge ve fotoğraflarını NAZİ Almanlarına nakit karşılığında satar … 

Gerçek bir hikayeden uyarlanmış ,gerilim dolu bu casusluk filmi, usta yönetmen Joseph Mankiewicz’e Oscar adaylığı getirdi; senarist Michael Wilson’a ise Altın Küre kazandırdı. Müziği ise daha sonraları Hitchcock ile çalışmaları sayesinde ün kazanacak Bernard Hermann tarafından bestelendi. 


Youtube'tan izlemek için




AMERİKALILAR BUNU FİLME ÇEKMEDEN ÖNCE TÜRKLER FİLMİNİ YAPMIŞTI.


Film ‘in Adı: Ankara Casusu Çiçero
Tür: Gizem / Macera / Suç / Politik
Yönetmen: Mehmet Muhtar
Görüntü Yönetmeni: Coni Kurteşoğlu
Senaryo: Mehmet Muhtar
Oyuncular: Atıf Kaptan, Kadir Savun, Vedat Karaokçu, Münir Ceyhan, Kemal Emin Bara, Berrin Aydan, Rana Şuna, Hasan Çelik
Yapım: 1951, Türkiye
Yapımcı: Kemal İşmen

Lakin ne TC ,ne de ABD yapımı filmlerin tamamını bulamadım.

İyi Seyirler,




* * * 



BİR ANKARA ANISI

Savaşta beş yüz metre ötemde geçenlerle ilgili, babamın anlattıkları, Ankara’nın “yaşayan tarihi” Avukat Halil Makaracı’nın tuttuğu notlar, Altan Öymen’in paha biçilmez birikimin sığamadığı “Bir Dönem Bir Çocuk” kitabı, gazeteci Murat Yetkin’in paylaştığı bilgiler, Ankara araştırmacısı sevgili dostum Koray Özalp’in koleksiyonundan ilk defa gün yüzüne çıkarmaya razı olduğu Nazi bayraklı Alman Sefareti fotoğrafı, unutulmaz “Piknik”in efsane kurucusu Reşat Önat’ın anlattıkları, mimar Yalçın Oğuz’un Çiçero’dan bizzat dinledikleri ve diğer dokümanları süzgecimden geçirip, gelecek kuşaklara minik bilgiler aktarmak istiyorum.

Atatürk Bulvarı, Çankaya’ya doğru sefaretler bulvarıdır. 1930’lu yıllarda Alman Sefareti’nde gamalı haçlı bayrak dalgalanırken, savaşla birlikte Bulgaristan, İtalya gibi Alman müttefiki ülkelerin de bulunduğu bulvar sefaretlerinde Nazi rüzgarları esmekteydi. Almanlar, Kızılay’daki Özen Pastanesi'ne geldiklerinde, hele savaşta bir başarı elde etmişlerse hep birlikte Lili Marleen’i söylerlerdi. O sırada ortalıkta hiç İngiliz gözükmezdi. Savaşın dengeleri değiştiğinde ise artık Özen Pastanesi'nin müşterileri Lili Marleen’i söyleyen İngilizlerdi.

Lili Marleen aslında Birinci Dünya Savaşı’nda, 1915’te Rus Cephesi’ne savaşmaya giden Alman askeri Hans Leip’in, manavın kızı Lili ve cephede bir ikindi sisinde kaybolup giden Marleen isimli hemşire için yazdığı şiirdi. 1938’de Norbert Schultze tarafından bestelenmiş, Nazi propaganda sekreteri Joseph Goebbels tarafından beğenilmemiş ve sözleri değiştirilmek istenmişti. Şarkıyı söyleyen Lale Andersen bunu reddetmiş ve orijinal hali, yani “fenerin altında, sevdiğini bekleyen kızın şarkısı”, bütün yasaklamalara rağmen dilden dile dolaşmaya başlamıştı.

Ve savaş sırasında lisandan bağımsız olarak her iki taraf askerlerinin de efsane şarkısı olmuştu. Her iki cephede de, her iki tarafın askeri hastanelerinde de Lili Marleen çalıyordu.

Franz Von Papen ;
Birinci Dünya Savaşı’nda, Washington’da Almanya’nın askeri ateşesiydi. Fakat silah üretimiyle ilgili bir sabotaj planlayıcısı olması nedeniyle Amerika’yı terk etmek zorunda kalmıştı. Daha sonra Filistin’e, Osmanlı Orduları’na danışman olarak gönderilmişti. Bu sırada İrlanda ve Hindistan’daki bir takım sabotaj eylemlerinin planlayıcılarındandı.

Savaştan sonra Katolik Merkez Partisi’ne katılmış ve büyük bir sürpriz olarak 31 Mayıs 1932’de Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg tarafından Almanya Başbakanı olarak görevlendirilmişti. Daha sonra Nazi Partisi ve Adolf Hitler’e yakınlaşmaya başlamış ve en sonunda Hinderburg’u, Hitler’i 30 Ocak 1933’te başbakan olarak ataması için ikna etmiş, kendisi de başbakan yardımcısı olmuştu.

1934’te Hitler döneminde siyasi cinayetler Almanya’yı kasıp kavururken başbakan yardımcılığından alınmış, Avusturya Büyükelçiliği’ne getirilmiş ve Avusturya’nın 10 Nisan 1938’de Almanya topraklarına katılmasında önemli rol oynamıştı.

1939’a gelindiğine 1944’e kadar sürecek Ankara Büyükelçiliği görevi başlamıştı. Görevi ağırdı. Türkiye’yi Mihver Ülkeleri safına çekemese bile tarafsız kalmasını sağlamaya çalışacaktı.

1 Eylül 1939’da Almanlar’ın Polonya’ya girmesiyle İkinci Dünya Savaşı fiilen başladı. Sovyetler Birliği de doğudan Polonya’ya girerken, Almanya yıllar sonra tersane işçiliğinden cumhurbaşkanlığına gidecek bir düş yolunun yolcusu Lech Walesa’nın çıkacağı Danzig’e (Gdansk’a) kadar Polonya’yı işgal etti.

24 Şubat 1942’de, Ankara’da ekmek karneyle dağıtılır, geceleri karartma uygulanır, sokaklarda farları mavi boyalı araçlar dolaşır, bekçiler ışık sızan evdekileri uyarırken, Almanya Büyükelçisi Von Papen, topraklarına katılmış olan Çekoslavakya’nın ikametgah olarak kullandığı sefaretinden çıkmış, eşi ile birlikte Atatürk Bulvarı’nda yürüye yürüye Almanya Sefareti’ne gidiyordu.

Ancak kendisini yolda, tabancalı ve elinde bomba bulunan bir suikastçı bekliyordu. Telaşlanan suikastçı, daha silahını kullanamadan elindeki bomba büyük bir gürültüyle patlayarak havaya uçuyor ve parçaları çevredeki bahçe duvarlarına, dallara yayılıyordu. Yere düşen Von Papen dizi ve elinden hafifçe yaralanıyor, eşi ise yara almadan kurtuluyordu. Bombanın sesi Çankaya, Kavaklıdere Bağları, Yenişehir, hatta Hergele Meydanı’ndan (İtfaiye Meydanı) bile duyuluyordu.

Ankara’da henüz dip dibe yüksek binalar olmadığından, İtfaiye Meydanı’ndan fırlayan itfaiye araçlarının çaldığı meşin saplı pirinç kampanaların sesi dört bir yanı sarmıştı; Ankara’lılar merak ve korkuyla karışık Bulvar’a koşuyorlardı.

Savaşın hassasiyeti nedeniyle bu suikastle ilgili yayın yasağı konmuştu. Bu konuda yayını sadece Anadolu Ajansı yapabiliyordu. Suikastçının Sırbistan doğumlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Ömer Tokat isimli Üsküp’lü bir göçmen olduğu belirlenmişti. O sırada Ankara bu kadar büyük bir metropol olmadığı için Vali Nevzat Tandoğan, bütün taksicilerden, binen ve inenlerle ilgili bilgileri toplatabilmiş, suikastçının iki Türk işbirlikçisi de Anafartalar Karakolu’nda görevli taharri memurlarınca Çanakkale’de bir şilebe binmeye çalışırlarken yakalanabilmişti.

Ömer Tokat, Sovyetler Birliği’nin İstanbul’daki konsolosluğunda görevli Pavlov ve Kornilov tarafından suikast için eğitilmişti. Elindeki tahrip gücü yüksek bombanın, Von Papen’i silahla öldürdükten sonra kaçıp kurtulabilmesi için atacağı basit bir sis bombası olduğu söylenerek kandırılmıştı.

Kamu davası açılmıştı. Anafartalar Caddesi’nde bulunan eski Adliye Sarayı’ndaki ağır ceza davasına Türkçe bilmeyen Pavlov, Kornilov tercüman aracılığıyla yargılanırlarken, 2004 yılında bunları bana anlatan o zamanın genç hukuk fakültesi öğrencisi Halil Makaracı da, Muzaffer Akdağ, Mahmut Hekimoğlu, Fevzi Kotay, Münür Ekşi gibi hukuk fakültesinden sınıf arkadaşları ile birlikte duruşmaları izliyordu.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Doğan Nadi, Ulus Gazetesi’nden Mümtaz Faik Fenik, yine Ulus Gazetesi’nden Şinasi Nahit Berker, Vatan Gazetesi’nden Ahmet Emin Yalman, Zaman Gazetesi’nden Etem İzzet Benice, Son Posta Gazetesi’nden Selim Ragıp Emeç, Vakit Gazetesi’nden Hakkı Tarık Us gibi gazeteciler de, ağır ceza mahkemesi reisinin Emin Yoldaş ve Cumhuriyet savcısının iki yardımcısıyla Kemal Bora’nın olduğu duruşmaların izleyicilerindendi.

Yargılama sonunda sanıklar suçlu bulunmuş, Pavlov ve Kornilov önce yirmişer yıl, sonra da tarafların verilen mahkumiyet kararını Yargıtay’da temyizi sonucu on altı buçukar yıla; iki Türk işbirlikçi ise onar yıl hapse mahkum edilmişlerdi. İki ülke arasındaki sert tartışmalar başlamıştı. Sovyetler Birliği, hadiseyi Almanların kendilerinin düzenlediğini iddia ediyor, Türkiye ise bunun Türkiye ile Almanya’nın arasının bozulmasını isteyen Sovyetler Birliği’nce düzenlendiğini iddia ediyordu.

Derken Pavlov ve Kornilov diplomatik temaslar sonucunda 1944 yılında cezai sürelerini tamamlamadan ülkelerine iade ediliyorlardı.

Gelelim Çiçero olayına;

Çiçero, yani İlyas Bazna (Elyesa Bazna) İkinci Dünya Savaşı’nın en gizemli casusuydu. “Yüz yılın casusu” olarak da anılacak İlyas Bazna, bir Arnavut göçmeniydi ve İngiltere’nin büyükelçisi Sir Hudge Knatchbull-Hugessen'in kavasıydı; yani sefirin bütün işlerine koşturan çok yakın adamı.

Daha önceden Ankara’daki Yugoslayya Sefareti’nin, sonra da mektupları okuduğu için kovulduğu Alman Dışişleri Bakanı Joachim Von Ribbentrop’un eniştesi diplomat Albert Jenke’nin uşağıydı. Derken 1942’de İngiliz Sefareti’nde çalışmaya başlamış ve sefirin büyük güvenini kazanmıştı. Öyle ki, sefir banyosunu yaparken şarkılar söyleyerek sırtını yıkayacak kadar yakını olmuştu.

Aslında hep bir opera şarkıcısı olmayı istemiş ama ömrü kahyalıkla geçmiş İlyas Bazna belki büyük servet sahibi olabilmek arzusuyla, belki de babasının ölümünden sorumlu tuttuğu İngilizlere nefretinden, artık casusluk yapmaya, bunun için de İngilizlerden elde edeceği gizli bilgileri Almanlara satmaya karar vermişti. 26 Ekim 1943 akşamı eski patronu, Alman Sefareti birinci sekreteri Jenke vasıtasıyla, Von Papen’in adamlarından, istihbaratçı Ludwig Moyzisch’le temas kurdu. “Ari ırk”tan olduğunu kanıtlayamadığı için SS üyeliği düşürülmüş Nazi Moyzisch, “Diello” ismiyle tanıtılan İlyas Bazna’nın teklifini Von Papen’e, o da bu teklifi Berlin’e iletti.

29 Ekim 1943’de Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sırasında Berlin’den onay geldi; Von Papen’in taktığı “Çiçero” kod adıyla Bazna, Almanya hesabına casusluk faaliyetlerine başlayabilirdi.

Almanların kendisine verdikleri yüz vatlık flaşı olan küçük bir Leica fotoğraf makinesi ile gizli belgelerin fotoğraflarını çekecekti.

İngiliz sefir gizli belgelerin durduğu kasanın anahtarını hep boynunda taşıyordu. Mimar Yalçın Oğuz’un Çiçero’nun bizzat kendisinden 1963 Ağustosunda Münih’teki “Norbad Havuzlu Bahçe”sinde dinlediklerine göre, Çiçero önce balmumundan yumuşak bir ağda hazırlamıştı. Bunu kendisine Almanlar öğretmişti.

Hugessen’in sırtını sabunlarken hissettirmeden boynundaki kasa anahtarının mumla ölçüsünü almış, anahtarı çoğaltmış ve sefir her sabah yıkanırken ya da her öğleden sonra piyano çalarken gizlice kasayı açıp dokümanların fotoğraflarını çekmeye başlamıştı.

Fotoğrafları Moyzisch’e bir arabada veriyor, karşılığında başlangıç için yirmi bin İngiliz Sterlini alıyordu. Belgeler özel kurye ile Berlin’e gönderiliyor, Ribbentrop da derhal Hitler’e sunuyordu.

Derken Çiçero, Sofya’nın bombalanması, Moskova, Kahire, Tahran konferansları, Sovyetler Birliği’ne gidecek yardımlar ve kod adı Overlod Operasyonu olan Normandiya Çıkartması’nın planları gibi İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştirecek belgelerin fotoğraflarını da Almanlar’a ulaştırmaya başladı. Bunun karşılığında Von Papen’den toplam üç yüz bin Sterlinlik bir servet aldı.

Ancak bu efsane casusluk hiç kimsenin işine yaramadı.

Berlin, başta Reich’ın Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop olmak üzere, ikili oynayan bir casus olabileceği endişesiyle, Çiçero’nun elde ettiği belgelere güvenmedi. Hitler, 1943 Aralık ayında Çiçero‘nun dokümanlarıyla dolu konferans salonunda, müttefiklerin çıkarmasının batıdan değil, Balkanlar’dan ya da Norveç’ten geleceğini söylüyordu.

Bu yanılgı, Çiçero’nun paha biçilmez bilgilerine güvenmemek, kendilerine koca savaşı kaybettirdi.

1944’e gelindiğinde İngiliz Sefareti’nde önlemler arttırılmıştı, Çiçero artık yeni alarm sistemini atlatmak için çok dikkatli bir şekilde sigortaları çıkartarak çalışıyordu. 6 Nisan’da Moyzisch’in sekreteri Nele Kapp’ın Amerika’ya kaçması ve aslında bir ajan olduğunun anlaşılmasından sonra, deşifre olacağı korkusuyla paçaları tutuşmuştu.

Büyük casusluk servetiyle önce İstanbul’a sonra Arjantin’e kaçtı.

Ve orada acı gerçekle karşılaştı;
Von Papen’den aldığı bütün paralar sahteydi.

Almanlar, İngiliz ekonomisini çökertmek için Berlin yakınlarındaki Sachesenhausen’deki toplama kampında gerçeğinden ayırt edilemeyen sahte İngiliz Sterlini basıyorlardı ve yüzyılın casusunun Arjantin’e getirdiği paraların değeri sıfırdı.

Beş parasız İlyas Bazna, savaş sonrası Almanya’yı mahkemeye verdi, hatta küçük bir miktar tazminat da alabildi; ancak esas parayı, 1960’larda anılarını sattığı Stern dergisinden ve yazdığı “Ben Çiçero’ydum” kitabından kazanabildi.

Yine de 1970’te, Münih’te 66 yaşında, yoksul bir gece bekçisi olarak öldü.

*İlyas Bazna casusluk yaptığı yıllarda Von Papen’in taktığı kod adının Çiçero olduğunu bilmiyordu. Hatta, kendisinin Çiçero olduğunu ancak 1950’de, sefarette belgeleri teslim ettiği Moyzisch’in tüm yargılamaların ardından inzivaya çekildiği Tirol Alpleri’nde yazdığı anılarından ve yine 1950’de, İngilizlerin artık bu casusluk olayını açıklamasıyla öğrenebildi.


Düş hekimi Yalçın Ergir'den alıntıdır.

İlgili diğer yazısı:
Anadolu Leoparı’na ilk bilimsel “Felis tulliana” adı, 1856’da Fransız zoolog M. A. Valenciennes tarafından, Klikya Valisi’yken Anadolu Panteri ile ilgili ilk bilgileri derleyen Romalı Marcus Tullius Cicero’ya ithafen verilmişti.

“Tullius” ismi Anadolu’nun panterine giderken “Cicero” ismi de Ankara’nın köstebeğine, ikinci dünya savaşındaki asrın casusu İlyas Bazna’ya takılacaktı ....


Anadolu Panteri için link





* * *




CİCERO HAKKINDA CIA BİLGİLERİ ve NELE 

Ludwig Carl Moyzisch (Nazi casusu ,Alman Konsolosluğunda Eski Ataşe /Ankara-Türkiye) 1950 yılında "OPERASYON CİCERO" isimli bir kitap yazar. (( CİECERO'nun gerçek adı Elyesa Bazna / İlyas Bazna'dır ve Arnavut göçmenidir. ))

CİCERO OPERASYON , II.Dünya savaşı sırasında Ankara'da geçen ve en iyi casusluk hikayelerinden biridir .
Bu olaya sadece Naziler ve İngilizler değil Amerikalılar da karışmıştır.Gerçi CİCERO OPERASYONU hiçbir zaman amacına ulaşamamıştır. İngilizlerin bu casusluktan haberi olunca , operasyonlarını değiştirmişler ,ayrıca Almanlarda bu belgeleri hiç bir zaman kullanmamışlardır.

CİCERO lakabı Almanlar tarafından Türkiye'deki İngiliz Büyükelçisinin uşağına verilmiş olup, İngilizlerin gizli bilgilerini Almanlara çok büyük meblağlara sattığı doğrudur. Belgeler kullanılmadan önce ,bir kadın tarafından bu haber sızdırılır ve CİCERO OPERASYONU başarısızlığa uğrar.

L.C.Moyzisch tarafından kitaplaştırılan bu hikaye böylece halkın bilgisine sunulmuştur. Five Fİngers olarak filme çeken The Studio One ,hikayeyi o dönemde Ankara'nın Alman Büyükelçisi Franz von Papen ile American Press'te çalışan Allen Dulles'e onaylatarak sinemaya taşımıştır. Ayrıca Herr von Papen ve Mr.Dulles kitabın başka bölümleride olabileceğini söylemişlerdir.

O bölümlerin ne olduğunu bilmiyoruz, hiç bir zaman da ortaya çıkmamıştır. Belki de bu ,CİCERO'ya bir uyarı olarak söylenmiş olabilir, çünkü olayların ucunda bir kadının hayatı söz konusuydu. Amerikalılar tarafından Nazi casusu olan bu kadın Türkiye'den Amerika'ya kaçırılacaktı. Almanlar onun ölü yada diri ele geçirilmesini istiyordu.

Kitapta Moyzisch, Cicero Operasyonun, Alman büyükelçisinin sekreterliğini yapan ve histerik olan Elizabeth tarafından düşürüldüğünü söyler. Kendisi Cicero'yu İngilizlere bildirmiştir. Moyzisch haklı olabilir , lakin hikayesinde birkaç detay eksiktir.

Elizabeth'in gerçek adı NELE KAPP'tır. Babası bir Alman diplomat ve savaş zamanında Sofya'nın da Alman Konsolusudur. Nele'nin Ankara'ya gitmesine babası ön ayak olmuştur. Nele ve babası Nazi taraftarı değildi ama bunu saklıyorlardı. Çok iyi İngilizce konuşan Nele, Calcutta ve Cleveland'ta çok iyi bir eğitim almış ve daha sonra da Stuttgart'ta hemşire olarak çalışmıştır. Azimli çalışmaları sayesinde Diplomatların servisine verilen Nele babasının yanına gönderilir. Sofya'ya geldiğinde depresyonda olduğunu fark eden babası onu Ankara'ya aldırır. Yani Moyzisch'in yazdığından daha fazla histerik durumdadır.

Nele'nin aklına yatan bu transfer işi ona bir umut verir. Herşeyden uzaklaşmak isteyen kadın ,Almanların gizli bilgilerini özgürlüğü için satmayı düşünür. İlk irtibatını da Alman-Yahudisi olan Dişçisi ile yapar. Nazi meslektaşlarının bir çoğu dişçiye kötü davrandığı için de , dişçi onu hastası olan ve dış işlerinde çalışan bir Amerikalı ile görüştürür.

Nele Amerikalıya babasının ve kendisinin anti Nazi olduğunu ve bilgiler karşılığında Türkiye'den Amerika'ya gitmek istediğini söyler.

Yabancılar servisindekiler "Amerikalılar hiç bir şey için söz veremez, ama eğer kendisi kararlıysa, herhangi bir problem olduğunda da sonuçlarına katlanmak zorunda" der. Nele sonuçta bir Almandır ve Naziler için çalışmaktadır. Böylece yabancılar servisi olayı Amerika Ordu İstihbaratına devreder ve Nele'de antlaşmada üzerine düşeni yerine getirmeye başlar.

Almanlarla görüşmeye gelen CİCERO yüzünden herkes dışarıya çıkarılır, Nele'nin tek bildiği bunun İngilizlerle bir ilgisi olduğudur.

Amerikalılar bu olayı İngilizlere bildirir Böylece CİCERO'nun casusluğu açığa çıkar. İngilizler planlanan operasyonları iptal eder, Almanlarda aslında bunu hiçbir zaman kullanmamışlardır.

Kitap Nele'nin kayboluşu ile biter. Nele aslında Amerikalı kontağı ile görüşür ve kaçış planları hazırlanır.Naziler onun ölü yada diri ele geçirilmesini istemiştir. Ama Amerikalılar sorunu pek çözmek istemez. Histerik krizleine giren Nele'ye Amerikalı kontağı (daha sonra arkadaşı olan) yardımcı olur.

Bir hafta boyunca Amerikalı iki kadın sekreterin yanında kalır. Saçları siyaha boyanır ve trenle kaçış planları yapılır.

Almanlar olayı duymuştur, lakin Toros Ekspresin kuzeykolu İstanbul'a, güneykolu Suriye'den Bağdat'a gitmektedir. İstasyonda her yer Nazi kaynar ,ama Nele'yi bulamazlar. Aslında trene yetişemeyen Nele arabayla Ayaş kasabasına götürülür ve buradan kuzeykolu olan Toros Ekspresine bindirilir.

Aslında İstanbul'a gitmeyecektir, Balıkesir'de bir İngiliz kampı bulunmakta ve orada inip küçük bir tekneyle Yunan adalarına oradan da Kıbrıs ve Mısır'a götürelecektir. (her ne kadar Türkiye savaşta tarafsız olsa da, burada Uçuş eğitimi verilen bir İngiliz Havayolları vardır.)

Kahire'ye geldiğinde bir esir kampında tutulan Nele çok kızar ve Ankara'da ona yardımcı olan Amerikalı arkadaşına bir mektup yazar. Ki bu arkadaşı da yetkililer tarafından soruşturulmaktadır. Olaylar çözüme kavuşunca, Nele , Elizabeth olarak hayatına devam ettiği Amerika'ya gönderilir. En son bilinen yeri de Kalifornia'dır. Yazar onunla irtibatın kesildiğini, bunu Elizabeth'in geçmişi unutmak istediği için olduğunu belirtir.

Peki CİCERO'ya ne oldu ? Tam anlamıyla kaybolmamıştı. Savaştan sonra birgün ,tekrar Alman Konsolosluğuna gider ve ona Nazilerin verdiği paranın sahte olduğunu söyelr ve tekrar parar ister. Küçük işlerde, arasıra Türk İstihbaratı için çalışmıştır. Ama yalnız ve fakir olarak Ankara'da ölmüştür.

Dorothy J. Heatts / Amerikan istihbaratı
çeviri bana aittir.




* * * 


CASUSLUK TARİHİNİN UNUTULMAZ OLAYI: 
ÇİÇERO TARİHİ DEĞİŞTİRECEK 

Bunlardan biri de dünya casusuluk tarihine geçen Çiçero olayıdır. Çiçero takma adlı ajan Elyasa Bazna, İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Hugh Knatchbull Hughessen 'in oda hizmetçisidir. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanının yakını da olan büyükelçiye, dünyanın önemli olaylarıyla ilgili bütün bilgiler gizli şifrelerle geçilmektedir. Elçi bunları okuyup Türkiye'nin savaşa dahil olması konusundaki yöntemini belirlemektedir. Ancak elçinin kötü bir huyu vardır; belgeleri evine götürüp odasında okumayı yeğlemektedir. İşte bu sırada Elyesa Bazna devreye girip belgelerin fotoğraflarını almaktadır. Bu fotoğrafları daha sonra Almanlara 23 bin sterlin karşısında satan Bazna, Almanlar'dan asrın casusluğu karşısında, sahte para alarak, hayatının da kazığını yiyecektir.

31 Ekim 1943 yılından itibaren Almanlara verilmeye başlayan belgeler arasında, Hitlere karşı en büyük darbenin indirileceği Normandiya çıkarmasının gizli planları da bulunmaktadır. Planlar o kadar mükemmeldir ki Hitler bunların düzmece olduğunu sanarak büyük bir hata yapacaktır. Çiçero olarak adlandırılan Bazna, İngilizlerden öylesine önemli belgelerin fotoğraflarını alarak Almanlara satmıştır ki, Almanlar dahi şaşırmışlardır. Trakya'ya müttefik güçlerin radarlarının yerleştirilerek Romanya'daki petrol sahasına uçakların ulaşımının sağlanması ile Roozvelt ,Churchill ve İnönü arasıdaki görüşmelerin tutanakları Bazna yoluyla Almanlara geçmiştir. Almanların Ankara Büyükelçiliğine Nisan 1939 da atanan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında da Osmanlı ordusunda çarpışırken 1918'de esir düşen, dolayısıyla da Türkleri çok iyi tanıyan Von Papen, ihtiyatı bir kenara bırakarak bu bilgileri edindiklerini Türk Dışişleri Bakanı Menemencioğlu'nun yüzüne söylemiştir. Menemencioğlu, durumu İngilizlere iletir. Ancak casus bulunamaz. Belge akışı da bir süre daha devam eder.

Osmanlı ordusundaki çalışmaları nedeniyle göğsünde iki Türk madalyası da taşıyan Von Papen, Çiçero olayı için, özel olarak kaleme alınan Türkiye ve o dönemin Ankara'sına yönelik hatıralarında bakın neler anlatıyor: 

ALMAN BÜYÜKELÇİSİNİN İTİRAFLARI

"Stalıngrad faciası ve böylece ortaya çıkan Hitler'in dirayetsizliği üzerine diğer ülkeler artık Almanların askeri başarı alanında bütün gücünü sarfetmiş olduğunu anlıyordu. Almanların durumu zayıfladıkça, Türkiye'nin de tarafsızlığını muhafaza etmesi güçleşiyordu. Numan Menemencioğlu'nu Kahire'ye davet etmiş olan Eden, orada Numan Bey'i tazyik etmiş, artık Türkiye'nin müttefiklerine karşı olan vecibelerini yerine getirmek zamanının geldiğini söylemişti. Buna karşı Menemencioğlu; Türkiye'nin durup durup da artık son anda sanki zaferin nimetlerinden pay almak ister gibi harbe katılmak istemeyeceği, bunu İngiliz basının da haklı olarak tenkid ettiği şekilde, Mussolini'nin mağlup Fransa'yı arkadan vurmak hareketine benzer bir iş olacağı cevabını verdi. Kahire'den döndükten sonra kendisiyle yaptığım temasda, işin ciddiyetini, Türkiye'ye harbe girmesi için yapılan tazyikin derecesini gerçekten anladım. Almanya askeri alanda durumu düzeltemezse, Türkiye ekonomik zorunluluklar yüzünden siyasetinde esaslı değişiklikler yapmak zorunda kalacaktı. Bu hususu Menemencioğlu açıkça söylemişti. Bunun üzerine hem bu durumu Hitler'e bildirmek, hem de müttefiklerin nihai zaferi elde etmek üzere giriştikleri teşebbüsleri ve askeri hareketleri meydana koyan bir istihbaratı vermek üzere bizzat uçakla Berlin'e gittim. Bu istihbaratı yapan ajanı Çiçero adı altında gizliyordum. Bu casusuluk işi dünya kamuoyuna makaleler, kitaplar, büyük bir film ve casusuluk maceralarının en önemlilerinden biri olarak aksettirilmiştir. Bu derece önemli bir hadise olarak sayılıp sayılmayacağını bilmiyorum. Yalnız o zaman bildiğim bir şey vardı: 

Hitler bu haberleri öğrendikten sonra, siyasi yollarla dünya harbini sona erdirmeye teşebbüs ederse belki Almanya için son bir kurtuluş çaresi olabilirdi.

Ama ne Hitler, ne de Ribbentrop fena haberleri dinlemek istemiyorlardı. Bu işin arkasında da İngiliz gizli servisinin bulunduğunu düşünmek rahatlarına geliyordu. Herkesin bildiği Çiçero vakasını burada canlandırmaya lüzum bulmuyorum. Yalnız daha başlangıçtan beri hadisenin Bir İngiliz tertibi olmayacağını bana düşündüren bazı olayları zikretmek isterim.

Vaktiyle bizim sefaret müsteşarının şöförü olan o sırada da İngiliz elçisinin oda hizmetkarlığını yapan Jenke ismindeki şahıs bir gün beni arayarak çok mühim bir haber vereceğini, böyle bir teklifle alakadar olup olamayacağımı sordu. Kendisini hemen reddettim. Çünkü o sırada telefonların çoğu dinleniyordu. Bir yandan da ifşa edeceği sırrın pek mühim olduğunu söylediği için, sefarette bulunan Gestapo temsilcisine durumu anlattım. Şayet bu bir dalavere ise mesuliyeti Gestapo ajanının yüklenmesi daha doğru olacaktı. İlk aldığımız malümat bir telgraf suretiydi. İngiliz hariciyesinden Sir Hughe'ye gönderilmiş olan bir telgrafı oda hizmetçisi alıp yatak odasına götürmüş ve gizlice fotokopisini almıştı. Telgrafı okuyunca sahte olamayacağına hemen hükmettim.

Bu şifresi çözülmüş bir telgraftı.Bu istihbaratın devamına karar verdim. Gestapo sorumlusuna da bu meseleden benden başka kimseye bahsetmemesini emrettim. İstihbaratı Çiçero işi adı altında gizliyorduk. Ajan mütemadiyen para istiyordu. Her yeni telgrafda ücereti biraz daha arttırıyordu. Nihayet malümatın bedelini ödeyecek para kalmadı. bunun üzerine yeni tahsisat istedim. Berlin'deki Gestapo şefi istenen parayı gönderiyordu. Sonradan meydana çıktığı gibi gönderilen paralar hep sahte idi. Hitler o dönemde en usta uzmanları toplayarak bu sahte paraların basımı konusunda bir matbaa kurmuştu. Sahte banknotları o kadar mükemmel hazırlıyorlardı ki, paranın sahte olup olmadığını tetkik için verdiğimiz bankalar bile , banknotların hakiki olduğunu tasdik ediyorlardı. Bu kabil maksatlar için milyonlar basıldı. Harp içinde bir göle atılan bu paraların yakın zamanda çıkarıldığı malümdur.

ÇİÇERO MÜTHİŞ BELGELER SATIYOR

Çiçero'dan aldığımız malümet cidden çok kıymetli idi. Bu sayede Tahran'da yapılan gizli konferansda Almanya hakkında alınan kararlardan haberdar olduk. İngiliz hariciyesinin tekliflerini öğrendik. Türkiye'yi harbe sokmak için gösterilen gayretleri, Almanların müdahalesine meydan bırakılmadan, Türkiye'deki üstlerden Romanya petrollerinin bombalanması projelerinden bu yolla haberdar olduk.Petrollerin imhası meselesi önemli idi. Buna mani olmak lazımdı. Ben hemen Menemencioğlu ile temas ettim. İnglizlerin Türk üslerini kullanarak Pioşti'yi bombalayacağına dair kulağıma şaiyalar geldiğini, böyle bir şey yapılırsa Hitler'ih İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirleri harabe haline getireceğini söyledim. Menemencioğlu böyle bir tasavvurun olmadığını ifade etti. Ama Çiçero'nun getirdiği yeni telgraflardan menemencioğlu'nun konuşmamızı hemen Sir Hughe'ye anlattığını anladım.Sir Hughe Londraya çektiği telgrafta 'Papen çok şey biliyor' diye yazmıştı. Yine Çiçeronun getirdiği vesikalardan 'Operatıon Overlord' adı altında gizlenen projeden de haberimiz oldu. Bu proje İngiliz ve Amerikan kuvvetlerinin Fransa'nın kuzey sahiline yapacağı çıkarma hakkında idi. Ayrıca Churchill'in, Stalin ve Roosevelt ile olan Selanik ve Balkanlar yolu ile Almanları güneyden sarmak mı, yoksa Stalin'in ısrarına uyarak doğrudan doğruya İngiliz kanalı üzerinden çıkarma yapmak mı konusundaki mücadelelerden de haberdar olduk. Nihayet İnönü Menemencioğlu ve Açıkalanla Churchill ve Roosevelt'in Kahire görüşmelerinin teferruatını da aynı yolla öğrendik. Türk hükümeti Moskova ve Tahran'da görüşüldüğü şekilde harbe katılarak bir satranç taşı gibi oynatılmak istemiyordu. Yapılacak işlerden , nihai zaferden haberdar edilmedikçe Türkiye'deki deniz ve hava üslerinden faydalanılmasının mümkün olamayacağını Türk hükümet adamları açık bir şekilde ifade ediyorlardı.

Türkleri en fazla düşündüren nokta, Stalin'in 'Türkiye tarafsızlığını bıraktığı takdirde, biz de Bulgaristan'a harp ilen edeceğiz' demiş olmasıydı. Bu beyanat Boğazların Sovyet tahakkümü altına girmesi tehlikesini ortaya koyuyardu ki benim de öteden beri endişelendiğim şey bu idi. Gene Çiçero'nun getiridği haberlerden., Sofya'nın bombalanacağını öğrendik. Ama Berlin Bulgarları haberdar edecek yerde, sırf yapılan istihbaratın doğruluğunu kontrol maksadıyla hiç sesini çıkarmadı. Böylece istihbarat kaynağımızın doğru çalıştığı meydana çıktı. Ama Bulgar başkenti de harabe haline geldi.

Sonuçta İngiliz gizli servisi bu sızıntıyı ortaya çıkarmak için Ankara'ya bir adam gönderdi. Böylece bu önemli kaynak da kurumuş oldu. Teessüfe şayandır ki Hitler bütün bu olanaklardan faydalanmasını bilememiş, yanlış bir yol tutmuştu. Talihinin iyi gitmesi sayesinde Rusları Vistül nehrine kadar sürmüş, İtalya'da Alplere kadar hakim olmuşken, Balkanlara dost elini uzatıp bütün müdafasını Fransa ve memleketi üzerinde kursaydı, sulhü kurtaracak kadar kuvveti kalabilir, Rusların da 1937 deki hudutlarından ileriye geçmesine engel olurdu. Ne yazık ki tuttuğu yolun sonu çıkmadı. Sonradan gösterilen Çiçero filminin konusu olayla ilgili belgelere dayanılarak hazırlanmamıştı. Film hazırlanırken araya mutlaka bir aşk macerası atmak gerektiği için beni güzel bir Polonyalı kontesle flört ettirmelerine pek içerlemedim ama, Ankara'ya hiç bir gestapo mensubu gelmediği halde, bir çok üniformalıların işe karıştırılması , bir de sözde Ribbentroop'un bana yazdığı mektuplar beni fazlasıyla sıktı.Sir Hughe'nin oda hizmetkarının iyi sonucu da bir Hollywood uydurmasıdır. Fox film şirketi Ankara'ya gelip sefarethanede çekim yapmak istediği zaman , durumu bozulmuş ve işsiz kalmış olan Çiçero, şirkete başvurarak filmdeki rolünü bizzat oynamak istemişti. Ama hakiki hayatta yaptığı işleri, aktör olarak pek iyi becerememiş olacak ki, şirket bu teklifi kabul etmedi. Fakat paranın yüzü tatlı olduğu için daha sonra Almanya'daki bir resimli mecmuanın teklif ettiği yüksek para karşılığında, Çiçero bütün bu işin İngiliz gizli servisinin bir oyunu olduğunu itiraf etmiş diye duyduk.".

TARİHİ GERÇEK: ÇİÇERO ASLINDA MAH'A ÇALIŞIYORDU

Evet Von Papen'in anlattıklarından epeyce bir istihbari ders çıkarmak mümkün olsa gerek. Hele savaş yıllarındaki istihbarat çalışmaları konusunda anlatılanlarda çok şey bulunuyor. Papen'in de belirttiği gibi Çiçeron'un kim olduğu ve kimlerle çalıştığı konusunda şüpheler çoktur. Ancak savaş sonrasında Bazna, Ankara, İstanbul ve Almanya arasında gidip gelmiştir. Derdi yoksulluğunu gidermek ve Almanların kendisine attığı sahte para kazığını temizlemektir. Bu para bulma çabaları sırasında Çiçero olayıyla ilgili olarak ünlü Amerikalı yönetmen Joseph Mankiewitz de Beş Parmak adlı bir filmin çekimi için Ankara'ya gelir. Bazna zor durumdadır. Rejisöre adeta bir sülük gibi yapışır. Para koparmaya çalışır. Kurtulamayacağını anlayan Mankiewitz bir gün Bazna tarafından Ankara Palas da sıkıştırılınca, bir Amerikalı gazeteci aracılığıyla polisi arayıp Bazna'yı ihbar eder. Olay yerine gelen polisler Bazna'yı önce tutuklasalar da, sonra gösterdiği kimliği okuyunca serbest bırakırlar. Bazna, kimliğine göre Ankara Emniyetinde Tercüman olarak çalışmaktadır. Evet Bazna aslında Türk gizli servisi MAH hesabına da çalışan bir çok taraflı ajandır, ispiyoncudur. Bazna'nın verdiği bilgiler Almanlara MAH'ın kontrolünden geçtikten sonra ulaşmaktadır. Bazna'nın ipleri Türk istihbarat servisinin elindedir.

Bu konuda SS Generali Schellen de anılarında Bazna'nın arkasında Türk gizli servisinin bulunabileceği kuşkusunu dile getirmiştir. Çünkü Bazna'nın getirdiği bazı belgelerin fotoğraflarında parmak izlerine rastlanmıştır. Alman gizli servisi incelemelerinde Bazna'nın belgelerden tek başına bu fotoğrafları çekemeyeceğini anlamış, ancak kiminle işbirliği yaptığını o dönemde ortaya çıkartamamıştır. Casusluğun karmaşık ve güven duygusundan yoksun yapısı, bilginin sadece alınmakla kalmayıp iyi ve zamanında değerlendirilmesi gibi ilkeler, Almanya'nın bu olayda yanlış değerlendirmeler yapmasının nedeni olmuştur. Gizli servislerdeki iç çekişmeler, yalanlar, sahtecilikle geçimini sağlayan insanlar, bu dünyanın görünmez ama etkili yüzü olmuşlardır. Hitler kontrolü elden kaçırdıkça zayıflamış ve bunları düşünememiştir. Von Papen'in dediği gibi o iyi haberlerin adamıdır artık. Oysa casusuluk olayında sezgi iyi bir şeydir, ama ondan önce istihbarat kuralları gelir. Hitler önceleri sezgileriyle durumu idare eder, ama kuralları unutunca Almanya tarihindeki en büyük yenilgisini ve acıyı tadar. 

Ona savaşı kaybettiren karşısındaki gizli servislerin iyi çalışmaları kadar, kendisinin ve gizli servisinin zaaflarıdır . Türkiye'de bu zaaflardan elinden geldiğince yararlanmaya çaba göstermiştir. Bu konuda bir yazılı belgeye ulaşamamıza karşın MİT yetkilileri araştırmamız sırasında, Çiçero'nun Türk gizli servisinin kontrolünde olduğunu belirttiler. Bu konuda Alman kaynaklardaki şüpheler de bu iddayı doğrular nitelekte gözükmektedir. Hele Bazna'ya verilen "Emniyet Tercümanı Kartı" olaya bu açıdan haklılık kazındırmaktadır. Bir yoruma göre de Bazna, Türkiye'nin Almanlara sunduğu bir can simididir. Ancak Almanlar bunu anlayamamıştır. Bunda istihbaratın güçlüğü ve kendi içindeki o karmaşık güvenlik yapısının paronayaya varan irdelemeleri etkili olmuştur. Bazna Türkiye'de ekonomik açıdan düştüğü kötü durumu kurtarmak amacıyla gittiği Almanya'da, yalan yanlış senaryolarla ürettiği anılarını düşük bir para karşılığında bir yayınevine satttıktan sonra, büyük bir sefalet içinde 1970 yılında ölmüştür. İngiliz Büyükelçi Sir Hughe Knatcbull Hugessen Çiçero olayıyla örselenen meslek yaşamına, olayın ardından Belçika 'da kısa süre Büyükelçilik yaptıktan sonra son vermiştir. 



Bir Gizli Servisin Tarihi
Milli İstihbarat Teşkilatı
Tuncay ÖZKAN

resimleri farklı sekmede açıp büyütebilirsiniz.









yılında ölmüştür. İngiliz Büyükelçi Sir Hugh Knatcbull Hugessen Çiçero olayıyla örselenen meslek yaşamına , olayın ardından Belçika'da kısa süre büyükelçilik yaptıktan sonra son vermiştir.




* * * 






Selim Beder'in çevirisiyle François Kersaudy'un kitabı 
"II. Dünya Savaşı'nın En Büyük Casusluk Vakası" 
Çiçero Olayı 1943



Yılmaz Özdil - Çiçero











Kaynaklar  farklı  ölüm yeri söylüyor, ama önemli değil. Sonuçta zamanında olayları epey bir karıştırmış.  Eğer Almanlar onun getirdiklerini kullansaydı belki de savaştan galip çıkan Almanlar olacaktı. 


ÇİÇERO tarihte bir kırılma yapmıştı. 
Kader mi , tesadüf mü, asla bilemeyeceğiz.

SB.