Translate

14 Aralık 2014 Pazar

TAŞNAK KURŞUNU - THE CUT






Beyaz perdeden sıkılan Taşnak kurşunu

Taşnak Kurşununun beyaz perdeden sıkılanı diyebileceğimiz Kesik ( The Cut ) 5 Aralıkta gösterime girdi. Fatih Akın’ın masum Ermenilerin cani Türklerce kesilmesi tezli filminin zamanlaması üzerine düşünülmelidir. Kesik, Ermeni Diasporasının ve Ermenistan’ın tüm hazırlıklarını yaptığı 2015 kampanyasına bir Türk yönetmence beyaz perdeden verilen 100. Yıl desteği olarak okunmalıdır.
Fatih Akın’ın Kesik’inin yurt içinde Ermeni tezlerinin kabulüne yönelik algı oluşturmaya, yurt dışında ise sinemacılık kariyerinin zirvesine tırmanmaya yönelik bir hesabın ürünü olduğu anlaşılmaktadır. Almanya doğumlu, Germen kültür ikliminin ürünü Akın’ın hedefi sinemanın Orhan Pamuk’u olmaktır. Gece Yarısı Ekspresi’ nin yerlisini çeken Türk yönetmen kimliğinin yabancıların damak zevkine uygun düşeceğini hesaplamıştır.

Göçmen çocuğu Fatih’e 100. Yıl filmi çektiren, Diaspora tribününden ülkesini ve halkını aşağılayan film yapmaya sevk eden etkenler üzerine kuşkusuz ki çok şey söylenebilir. Biz Kesik’in figürasyon kalacağı asıl filmi anlayabilmek için 21. Yüz yılı bırakıp kısa bir an için geçen yüzyılın başına dönelim.

20. yüzyılın başlarındaki Taşnak kurşunlarının hedefi sivil halkla birlikte Osmanlı yöneticileriydi. Taşnaksütyun’ un hedefinde Batı destekli kalkışmayla kazanılacak bağımsızlık vardı. Taşnak için terör siyasi sonuca ulaşmak için tercih edilecek en iyi yöntemdi. Ayrılıkçı Ermeni hareketinin politik örgütü Taşnak Partisi’ nin kanlı terör kampanyalarının Osmanlıya maliyeti çok ağır oldu. I. Dünya Savaşı’ nı fırsat bilen Taşnak kalkışmasında 100 bini aşkın sivil hayatını kaybetti. Aynı terör dalgasında İkisi başbakan olmak üzere ( Talat Paşa – Sait Halim Paşa ) çok sayıda sivil ve asker yönetici katledildi.

Kalkışmanın bastırılması, sevk ve iskan, savaş sonucu Osmanlının tasfiyesi, Cumhuriyet’e geçiş kuşkusuz ki ayrı bir yazının konusudur. Biz yakın tarihte yaşanan ikinci dalgaya gelelim. Geçen yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 10 yıl süren ikinci terör dalgasının tetikçileri de aynı gelenekten besleniyorlardı. Asala, Ermeni Soykırımının Adalet Komandoları gibi farklı adlar taşısalar da Taşnak’ın kanlı geçmişinin mirasçılarıydılar. 1974 – 1984 yılları arasında yurt dışında çok sayıda Türk diplomatının katledilmesi ikinci dalganın sonucudur. Ankara Esenboğa, İstanbul Kapalıçarşı baskınları ise Asala’ nın yurt içindeki kanlı eylemlerinden ilk akla gelenlerdir.

Her iki terör dalgasında eli kanlı tetikçilerden yargı önünde hesap sormak yerine Türk halkının toptan mahkumiyetine gidildi. Fatura katledene değil katledilene çıkarıldı. Her katliam sonrası Türklerin soykırımcılığı üzerinden yürütülen kampanyalarla tetikçiler aklanıp kutsandı. Soykırımcı Türklerin öldürülmeyi bin kez hak etmiş barbarlar olduğuna ilişkin 100 yıllık algı bu şekilde oluşturuldu.

Yaşanılan süreç üçüncü dalgadır. Yüzyılın ilk ve son çeyreğindeki kanlı kampanyalar yurt içinde istenilen sonucu vermedi. Aksine Türk halkının milli duyarlılığının yükselmesine, kolektif direncinin artmasına yol açtı. Yeni yüz yılla birlikte düğmesine basılan üçüncü dalganın uygulamalarına baktığımızda Taşnak ve Asala yöntemlerinin terk edildiği görülmektedir. Terörle ulaşılamayan hedefler için farklı bir strateji oluşturulduğu anlaşılmaktadır.

Üçüncü dalgada diplomatik hedeflere yönelik bombalı, kurşunlu saldırıların yerini Türk ulusunun kolektif hafızasını, direnç kararlığını çökertmeye yönelik kampanyalar almıştır. Geçmişten geleceğe sürüp giden tarihsel yolculuğun derin bilinçaltındaki izleri, çekilen acıların, kazanılan zaferlerin ortak bellekteki tortularının silinmesiyle kimliksizleştirilmesi programlanmıştır. Gurur duyulacak geçmişin yerini, utanç mazisinin alması amaçlanmıştır. Bu stratejinin gerçekleştirilmesi için öncelikle Diaspora tezlerinin Türkiye içinden dillendirileceği akademik, entelektüel bir ortamın inşası hedeflenmiştir. 

Ermeni tezlerinin içeriden savunulması, medyadan, sanat dünyasından, akademik kesimden vicdan sahibi (!) Türkiyelilerden oluşturulacak köprübaşları oluşturulmasına öncelik verilmiştir.

2005 yılı 24-25 Eylülünde Bilgi Üniversitesi yerleşkesinde düzenlenen, açılışını Bilgi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi Rektörlerinin yaptığı “ İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları “ konferansı akademik ayağın miladı olarak anılmalıdır.

Tekelci sermaye, cemaat ve yandaş medya üçlüsünün Diaspora tezlerinin içselleştirilmesine yönelik -halen sürdürülen- yayınları yüksek lisans ve doktora tezleri için ilk başvuru kaynağı olacak zenginliktedir. Entelektüel dünyamızın parlatılan yıldızlarının, edebiyat dünyamızın yükselen değerlerinin halen süren algı operasyonundaki çabaları aynı merkezlerin siparişine uygun ürün verme olarak değerlendirilmelidir.

Üçüncü dalganın şimdilik son ürünü Kesik’in 5 Aralık 2014’ te gösterime girmesinden aylar önce başlatılan övgü kampanyaları kamuoyunun olası tepkilerini asgari düzeyde tutma çabası olarak not edilmelidir. Hamburg’ lu Fatih’ in ödüller almış genç kuşaktan sinema dehası olarak takdimindeki Türk vurgusu post modern Taşnak kurşununa yönelik tepkilerin doğmadan yok edilmesi olarak görülmelidir.

Fatih Akın’ın Kesik’te rol verdiği bazı oyuncuları yakın geçmişte benzer filmlerde oynamış artistlerden seçtiği görülüyor. Diyarbakır doğumlu İngiliz vatandaşı Kevork Malikyan ABD’li yönetmen Alan Parker’in Gece Yarısı Ekspresi’nde Türk Savcıyı oynamış. 71 yaşından sonra -askerlik çağrısına icabet etmemesi nedeniyle- çıkarıldığı Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilen Malikyan, The Cut’ ta Türk cellat rolünü üstlenmiş. Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan’ın soykırım temalı (2002) “Ararat” filminin oyuncusu Arsin Hancıyan’ı Kesik’te oynatması Fatih Akın’ın tecrübeye verdiği önemi gösteriyor.

Fatih Akın, batının kültürel damak zevkini, ortalama algısını iyi biliyor. Kesik’in uluslararası serbest dolaşımının, sinemasal vize muafiyetinin Türk imajına vereceği tahribatla doğru orantılı olacağının bilincinde. Filmin senaryosundan kurgusuna, görselliğinden batının damak zevkine uygun hazırlandığı dikkatlerden kaçmıyor.

İlk kuşaktan gurbetçiler Alman sanayisinin kol gücüne, sıradan emeğe duyduğu ihtiyacı karşılıyordu. Almanya’nın, rüyalarını Türkçe gören, acı vatandan ana vatana dönüş özlemiyle ömür tüketen İlk kuşağın çocuklarından daha farklı isteklerinin olduğu anlaşılıyor. Rüyalarını Almanca görmeye başlayan yitik kuşaktan, babalarının ülkesine Diaspora mevzisinden yaylım ateşi açmaları isteniyor.
Kesik, Taşnak şehitlerini, Asala kurbanlarını mezarlarında kahırlarından bir kez daha öldürecek kurşun olarak Türk halkının temaşasına sunuluyor!


Av. Hüseyin Özbek
İLK KURŞUN







11 Aralık 2014 
1.Kısım

2.Kısım





















THE FACTS...MALTA TRİBUNAL















12 Temmuz 2014 Cumartesi

Saraybosna'ya Hoşgeldiniz "Welcome To Sarajevo"





Savaşa medya ve gazeteci açısından bir bakış. 

Bosna savaşının başladığı günlerde, yani 1992 lerde kente gelerek çeşitli TV kanalları için çekime başlayan uluslararası muhabirlerin öyküsü anlatılıyor. Ön planda iki deneyimli gazeteci, İngiliz Micheal Handerson ve Amerikalı Flynn var. Gündüzleri Sırp ateşi altındaki kentte en tehlikeli noktalara kadar ulaşarak şiddet görüntülerine aç dünya seyircisine ateş, kan ve ölüm anları saptayan, geceleri ise Holiday Inn'in barında şaşkın gözlerle tanık oldukları faciayı unutmaya çalışan gazeteciler. 

Henderson'un insancıllığı, Flynn'ın haber yaratmaya yönelik gözüpekliği, Flynn'ı eleştiren kadın gazeteci Annie'nin medyanın haber anlayışına öfkesi. Bir Amerikan yardım kuruluşunda çalışan Nina'nın bir grup Bosnalı çocuğu kurtarmak için başlattığı tehlikeli girişim. Ve tüm ingiliz soğukkanlılığı içinde. bir toplama kampındaki çocuklar arasında tanıdığı küçük Emira'ya kanı kaynayan ve onu kurtarmak için çılgın bir serüvene atılan Henderson'un çabası.


1997 ABD-İngiltere yapımı
Yönetmen: Michael Winterbottom
Oyuncular: Woody Harrelson , Marisa Tomei , Stephen Dillane , Goran Visnjic , Kerry Fox

Fragman:


FİLMDEN BİR REPLİK : 
"ONLAR MÜSLÜMAN DEĞİL!"


YANİ MÜSLÜMAN OLSA İDİ, 
KATLİAMLARINA İZİN Mİ VERECEKTİNİZ?

SONRA DA KALKMIŞ BİZE IRKÇI DİYORLAR.
"BM" VE "BATI" KENDİSİ AKLAMAYA ÇALIŞMASIN !
BU BİR SOYKIRIMDI!
"BATI" İKİYÜZLÜDÜR,
"BATI" BENCİLDİR,
"BATI" SUÇLUDUR.
  HEP OLDUĞU GİBİ....



....


MAVİ KELEBEK

Bosna ve Kosova’daki katliamlarda öldürülen sivillerin gömüldüğü toplu mezarların yeri bilinmiyordu, ki pek çoğunun halen de bilinmiyor. Söylenenlere göre toplu mezarların saklanmasında gösterilen itina pek az şeyde gösterilmiş. Mezarlar hem derin kazılmış hem de üstü kapatıldıktan sonra çevrenin doğal bitki örtüsüne uygun olarak yeşillendirilmiş. Bugüne değin bu işlerle (toplu mezar bulma) ilgilenen insanların kullandıkları yöntemler (uydu resimleri vb) bu yüzden pek işe yaramamış. 

Mevcut coğrafyanın belli bazı bölgelerinde kelebek nüfusunda ciddi bazı artışlar gözlemlenmiş.Bu bölgeleri inceleyen uzmanlar bu bölgelerdeki bitki örtüsünde de tuhaf bir zenginleşme keşfetmişler. 

Toplu mezarlara gömülen cesetler toprağa karıştıkça toprağın besleyiciliğini artırmışlar (mineral vb yönünden), ve bu da bölgede bulunan misk otu ya da yavşan otu olarak bildiğimiz bitkinin (artemisia vulgaris) coşup fışkırmasına, ve bu da yalnızca bu bitki ile beslenen mavi kelebek nüfusunun artan besin miktarına paralel olarak artmasına sebep olmuş.Bunun nasıl olduğunu anlamak için araştırma yaparlarken bu yerlerin altındaki cesetlere ulaşmışlar, araştırma derinleşmiş, ve toplu mezarlara ulaşmışlar. 

Olay basına yansıyınca yerel halk da araştırmaya katılmış ve öncelikli bölgeler belirlenip bu yolla pek çok toplu mezara ulaşılmış.



İstatistiklere göre:
Avrupa’nın göbeğinde 312 bin kişi öldü…
35 bini çocuktu…
50 bin kadına tecavüz edildi…
2 milyon kişi evini terk etti…
18 bin kişi hala kayıp…






Gözde Kılıç Yaşın





“After the war, mass graves were searched but their places could not be found. Flowers, which had not been seen before, started to blossom in the district after the massacre. Butterflies started to settle on those flowers.

When the places, on which blue butterflies settled, were dug, the mass graves came out. Whereever the butterflies settled, dead bodies came out under the ground. So, some of the mass graves were found. According to the beliefs in Srebrenica, blue butterfly shows the places of graves.”

Vecdi Altay


Belgesel:



Belgesel/Film:



Kitap:
Leyla-Alexander Cavellus
Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosnadaki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce kadının travma geçirmesine neden olan savaşın karanlık ve baskıcı yüzünü anlatan bir kadın... Onun isyankâr öyküsü ve acıyla dolu dokunaklı kaderi... 






...


ilgili diğer film:





KENDİSİNE "MEDENİYİM" DİYEN "BATI" 
BU YÜZDEN BANA 
DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARINDAN 
BAHSEDEMEZ...!







____ Srebrenica'yı Hatırlıyoruz - 11 Temmuz 2014____







26 Haziran 2014 Perşembe

Bakire Kraliçe’nin ’bekáretini’ Osmanlı Padişahı korudu!








"Altın Çağ" filmindeki "Bakire Kraliçe" 
I. Elizabeth sadece bizde değil, İngiltere’de de gündemindeydi.


Bunun başlıca nedeni, İngiltere’de dinin ve milliyetçiliğin yükselişe geçmesi. Bu çevreler "kutsallık" mertebesine çıkardıkları "Bakire Kraliçe"yi özlemle anıyor. Ve dolayısıyla bu durum "Bakire Kraliçe" dönemine ilişkin tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bizim açımızdan ilginç olan ise, bu tartışmaların merkezinde biz Türklerin olması.

"Bakire Kraliçe"yle ilgili tartışmalara geçmeden önce yazımıza bir tespitle başlayayım:

Deniyor ki, "Altın Çağ" filminde I. Elizabeth "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü müstehzi bir ifadeyle söyledi! 

Sanıyorum kendisiyle alay ediyordu! Ya da filmi çekenlerle!


"Bakire Kraliçe" (1533-1603) 16. yüzyılda yaşadı.

Bu yüzyılda Osmanlı Devleti bir dünya imparatoruydu; Mısır, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen, Hicaz, Suriye, Kıbrıs, Azerbaycan, Gürcistan, Kırım, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan vs Osmanlı’nın hákimiyet alınıydı. Osmanlı kara ordusu Viyana kapılarında, donanması Fransa Nice kıyılarındaydı. Karadeniz ve Kızıldeniz tamamen Türk iç denizi, Akdeniz ise "Türk Gölü"ne dönüşmek üzereydi. 

Böyle bir imparatorluk karşısında, sosyal ve politik meselelerle uğraşan; İspanya’nın her an yutmaya hazır olduğu bir İngiltere Kraliçesi, Türk Padişah’ından alay eder gibi bahsedecek öyle mi? Hadi oradan!

Kraliçe I. Elizabeth biyografisine geçmeden önce dönem şartlarını bilmemiz gerekiyor. Bunun için ise bir aşk hikáyesi hakkında bilgi sahibi olmamız şart!



TENİ BEYAZ DİYE İDAM EDİLECEKTİ

I. Elizabeth’in babası VIII. Henry farklı bir kraldı. 1491’de dünyaya geldi. 11 yaşında, İspanya Kralı Ferdinand’ın dul kızı Catherine d’Aragon ile evlenmesine karar verildi.

18 yaşında hem kral oldu hem de dünya evine girdi. 25 yaşında Anne Boleyn adlı genç bir kıza aşık oldu.

Evlenmek istedi. Ama...

Ama İngiltere, Batı Avrupa ülkeleri gibi Katolik’ti.

Katoliklerde boşanma ancak Papa’nın izniyle olabiliyordu.

Henry, Papa'dan boşanmak için gereken izni alamadı. Katolik İspanya'nın kralı da bu boşanmaya karşı çıktı ve Kraliçe Catherine aracılığıyla İngiliz sarayındaki ağırlığını sürdürmek istedi. Papa'ya baskı yaptı. 

Diğer yanda Kral Henry de İspanya’nın, içişlerine müdahalesinden rahatsızdı.

Sonuçta: Bir yıl önce Martin Luther'in tüm kitaplarını yaktıran, Protestanları idam ettiren ve bu nedenle Papa tarafından "Dinin Savunucusu" unvanını alan Kral Henry, yeni bir kilise ve mezhep kurdu: Anglikanizm. 

Görünür neden aşk gözükse de, iki ülke arasındaki kıyasıya çekişme, İngiltere reformlarını ateşleyen fitil oldu. Böylece Avrupa’da doğmakta olan Rönesans İngiltere’ye geldi. 

Bu gelişmenin bir diğer boyutu ise, İngiltere’de burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıydı; bu yeni üretim biçimi kendi değerlerini topluma kabul ettirmek istiyordu.

"Reformist" Kral Henry bu arada áşık olduğu Anne Boleyn ile gizlice evlendi.

Aynı yıl, 7 Eylül 1533’te I. Elizabeth doğdu.

Ancak şansızdı: Teninin fazla beyaz olması nedeniyle hayalet olduğu söylenerek celláda teslim edildi. Elizabeth, annesi Boleyn sayesinde kurtarıldı.

Elizabeth kurtarıldı ama annesi üç yıl sonra, başka erkeklerle zina yaptığı gerekçesiyle kafası uçurularak idam edildi. 

Kral Henry on gün sonra Jane Seymour ile evlendi.

Jane Seymour, bir yıl sonra Kral Henry’e en büyük armağanı verirken; Prens Edward’ı doğururken öldü.

Kral Henry 1543’te ölünce, Edward 9 yaşında, "VI. Edward" olarak tahta çıktı. VI. Edward 16 yaşında çocuksuz olarak ölünce, I. Elizabeth'in diğer üvey kardeşi (Kraliçe Catherine’in kızı) I. Mary, Kraliçe oldu. İlk kez İngiltere tahtında bir kadın oturdu.

I. Mary de çocuksuz öldü ve böylece I.Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde 25 yaşındayken tahta çıktı.

Evet, bu bilgilerden sonra Kraliçe I. Elizabeth’in "müstehzi ifadeyle konuşması" meselesine gelebiliriz...



OSMANLI TARİHİNİ DEĞİŞTİRDİ

Önce bir olgu:

16. yüzyıl boyunca en güçlü Hıristiyan devleti İspanya idi.

Osmanlı ise yazdığım gibi bir dünya deviydi.

Bu iki süper güç yüzyıl boyunca birbirleriyle çatıştı. 

Osmanlı siyaseti gereği, Katolik İspanya’ya karşı, hep Protestan Hıristiyanların koruyucusu oldu.

İspanya tahtında Kral II. Felipe (1527-1598) vardı. Sadece İspanya’nın değil Sicilya, Napoli, Portekiz ve Hollanda’nın da hükümdarıydı. Venedik, Ceneviz, Malta kontrolü altındaydı.

I. Elizabeth’in üvey kız kardeşi Mary ile dört yıl evli kaldı.

Mary ölünce tahta geçen Kraliçe I. Elizabeth ile de evlenmek istedi. Olmadı.

İspanya, İngiltere üzerindeki nüfuzunun bitmesini, hele hele Protestanlığın gelişmesini istemiyordu. "Bakire Kraliçe"yi gözüne kestirdi!

I. Elizabeth’i zor günler bekliyordu. Kendisi ve ülkesi tehdit altındaydı.

İmdadına Osmanlı yetişti.

Osmanlı, önce İngiliz ticaretini destekledi. 11 Eylül 1581 anlaşmasına göre, İngiliz gemileri Akdeniz’deki Türk limanlarına rahatça girip ticaret yapabilecekti.

İspanya Kralı II. Felipe, Osmanlı’yı karşısına almak istemedi; ince bir diplomasi yürütüp, "barış çubuğu" içmek istedi. 

Bu hal, Fransa ve İngiltere’yi korkuttu; biliyorlardı ki Osmanlı yanlarında olmazsa, İspanya onları yutardı.

Osmanlı, II. Felipe’e yüz vermedi. İngiltere’nin koruyuculuğuna devam etti. İlk İngiltere elçisi William Harborne, 26 Mart 1583’te İstanbul’a gelerek göreve başladı.

O tarihlerde Osmanlı tahtında Sultan III. Murad (1546-1595) vardı. Osmanlı, topraklarını genişletmeyi sürdürdü: Fas, Lehistan, Tebriz ve Şirvan gibi İran’ın bir bölümü vs.

Kraliçe I. Elizabeth, Osmanlı yönetiminin gönlünü hoş etmek için, yalnız padişahı değil, padişahın annesi Valide Sultan Nurbanu’yu, eşi Safiye Sultan’ı, hocası Sadeddin Efendi’yi, vezirlere, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa gibi komutanları hediyelere boğdu. Mektuplarında, "putperest" dediği Katoliklere karşı Türk yardımı istedi. Kendini İslam’a yakın göstermek için, Protestanlıkta da tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi resimlere ibadetin yasak olduğunu yazdı.


III. Murad yanıt mektubunda şöyle dedi:

"Siz dahi südde-i sa’adetime ita’at ve inkıyada sabit-kadem olup, ol caniblerde vakıf ve muttali olduğunuz ahbarı arz ve ila’m etmekden hali olmıyasız."

Kısaca, "siz büyük bir mutlulukla Osmanlı’ya bağlandınız, gerisini merak etmeyiniz" diyordu.

Osmanlı desteğini alan I.Elizabeth, 1588’de "İspanya Armadası" denilen deniz savaşında İspanya’yı yendi. Osmanlı donanması bu savaş sırasında İspanyol gemilerini Akdeniz’de oyaladı ve savaşın, dolayısıyla tarihin seyrini değiştirdi.

Bu savaş sonrasında İngiltere büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, Protestanlık artık durdurulamaz oldu.



TARİH YENİDEN YAZILIYOR

Gelelim bugüne:

İngiltere’de tarih kitaplarının yeniden yazılması gündemde.

Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Trevor Philips, Türkler’in, İngiltere-İspanya Savaşı’nda Kraliçe I. Elizabeth’i kurtardığını, bunu tarih kitaplarına yazmak gerektiğini söyledi. 

İngiliz Daily Mail gazetesi, "Şimdi de azınlıkları mutlu etmek için mi tarih kitaplarımızı değiştireceğiz" başlığını attı. 

İngiliz milliyetçileri, "İngiltere tarihi şanlı zaferlerle doludur, kimsenin yardımına ihtiyacımız yok" diye tepki gösterdi. 

Yani mesele döndü dolaştı yine bizim başımıza "patladı!"

Londra Üniversitesi’nden Jerry Brotton, Kraliçe’nin, Osmanlılardan yardım istediği mektubu, 2004 yılında ortaya çıkardı. Ancak bu belgeye karşı çıkanlar da oldu. Dr. Simon Adams, "Mektup 1585’te yazılmış. Yani savaştan tam üç yıl önce" diyordu.

Tartışmalar hala sürüyor...

Sonuç olarak, kim ne derse desin, hangi filmi nasıl çekerse çeksin; I. Elizabeth bekasını, yani kalıcı olmasını ve ölümsüzlüğünü Osmanlı Padişahına borçluydu!

’Bakire Kraliçe’ istese Osmanlı Padişahı’yla evlenebilir miydi?

I. Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde iktidar koltuğuna oturduğunda, Osmanlı Sarayı’nın tahtında Kanuni Sultan Süleyman vardı. Aralarında 39 yıl gibi büyük bir yaş farkı vardı.

Üstelik Sultan Süleyman, baş kadını Hürrem Sultan’a hala áşıktı.

Ayrıca iki eşi daha vardı; Mahidevran Kadın ve Gülfem Hatun.

Kraliçe Elizabeth’in kafasındaki "Doğu" ve "Türk" imajı nasıldı, bilmiyoruz. Ama Harem öyle uzaktan görüldüğü gibi Batı masallarına pek benzemiyordu.

Sultan Süleyman’ın eşleri arasında özellikle Hürrem Sultan ile Mahidevran Kadın arasında sürekli saç saça kavga vardı. İki sultanı, ancak Padişah’ın annesi Valide Hafsa Sultan araya girip durdurabiliyordu. 

Kayınvalide Hafsa Sultan Saray’a cariye olarak alınmış ve Yavuz Sultan Selim’in karısı olmuştu. İddiaya göre Leh Yahudi’siydi.

Diğer sultanlar gibi, Hürrem Sultan da bu topraklara yabancıydı.

Batı tarihçilerine göre Hürrem Sultan’ın gerçek adı: Roxelana, Roza, Rossa, Rosanne, Ruziac veya La Rossa idi.

İtalyan ve Fransız olduğu iddia edilmekle birlikte, kökeni kesin olarak bilinmiyordu. Rus Papaz Rogatino’nun kızı olduğu da, Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı olduğu da söyleniyordu. Kimilerine göre ise Hazar Yahudi’siydi. (Hazar Yahudileri Türk boyudur- SB)

Dünyayı titreten Sultan Süleyman, Hürrem Sultan’ın bir sözünü iki etmiyordu.

Bir hükümdarla köle kökenli bir kadın arasındaki bu tutkuyu yadırgayan halk, Hürrem Sultan’ın padişaha büyü yaptırdığına inanıyordu.

Kim ne yaparsa yapsın, ne derse desin sonunda Hürrem Sultan amacına ulaştı:

Sarayın tek hákimi oldu. Böylece Osmanlı tarihindeki "kadınlar saltanatı" Hürrem Sultan ile başladı.

Kraliçe I. Elizabeth, Sultan Süleyman’ı eş olarak seçmemekle kendisine ve ülkesine iyilik yapmıştı. Yoksa Hürrem Sultan’dan çekeceği vardı!



NURBANU SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth’in koca adayları arasında, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra tahta geçen II. Selim (1524-1574) de vardı.

Kraliçe I. Elizabeth, Hürrem Sultan gibi bir kayınvalide ister miydi, bilinmez!

Ama II. Selim’in eşi Nurbanu Sultan da çok dişliydi.

Nurbanu Sultan kimi tarihçilere göre İtalyan/Venedikli, kimilerine göre ise Yahudi’ydi!

Ahmet Refik gibi tarihçiler, Nurbanu Sultanı Yahudileri devlet işlerine karıştırmakla suçladılar hep. Yahudi iş kadını Ester Kira’yla olan ticari ilişkileri bu iddiayı güçlendiriyordu.

Nurbanu Sultan, tıpkı kendisini yetiştiren kayınvalidesi Hürrem Sultan gibi devlet işleriyle yakından ilgilendi. 

Kraliçe I. Elizabeth, II. Selim’e eş olabilir miydi? Sanmam. Padişah eşi ve kızlarından çok çekmişti ve kraliçeyi görecek gözü yoktu. 

Peki, Kraliçe I. Elizabeth tahtın bundan sonraki hákimi III. Murad’la evlenebilir miydi?

Bunun yanıtı için sadece bir örnek olay yazalım:

Nurbanu Sultan kocası II. Selim vefat edince, ölüm haberini kimselere haber vermedi. Kocasının cesedini, oğlu III. Murad Manisa’dan İstanbul’a gelip tahta oturana kadar sarayın buzhanesinde sakladı. 



SAFİYE SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth kuşkusuz Nurbanu Sultan gibi sert bir kayınvalide istemezdi.

Ama III. Murad’ın eşi Safiye Sultan da Valide Sultan’ı aratmayacak bir kişilikteydi.

Safiye Sultan’ın biyografisi hakkında türlü iddialar var:

Adriyatik denizinden bir gemiyle geçerken korsanlara esir düşmüş, önce Ferhad Paşa’ya sonra güzel ve zeki oluşu nedeniyle Osmanlı Sarayı’na satılmıştı. III. Murad Safiye Sultan’ı çok sevdi. Ama...

Bu durum annesi Nurbanu ile aralarının açılmasına neden oldu.

Nurbanu Sultan, gelini Safiye Sultan’ı gözden düşürmek için oğluna dünyalar güzeli cariyeler sundu. Ne yapsa ne etse III. Murad’ı Safiye Sultan’dan vazgeçiremedi.

Nurbanu Sultan ölünce, Safiye Sultan Osmanlı Sarayı’nın tek hákimi oldu. Rahmetli kayınvalidesi Nurbanu Sultan’ın Yahudi Ester Kira’yla yürüttüğü ilişkileri bile devam ettirdi! Kraliçe I. Elizabeth’le iyi ilişkiler kurdu. 



HANDAN SULTAN

16. yüzyıl artık geride kalıyordu. 

Kraliçe I. Elizabeth hala bekárdı. Ama artık yaşlanmıştı. Safiye Sultan’ın oğlu III. Mehmed tahta çıktığında 29 yaşındaydı. Kraliçe ise 58 yaşında.

Bu evlilik gerçekleşebilir miydi?

Sultan III. Mehmed’in gözü Handan Sultan’dan başkasını görmüyordu. Dolayısıyla bu evliliğin gerçekleşmesine de olanak yoktu.

Kraliçe I. Elizabeth ile Sultan III. Mehmed aynı yıl 1603’te vefat ettiler.



Şaka bir yana, gelelim sorumuza:

Hani filmde Kraliçe soruyor ya, "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" diye?

Öncelikle belirtelim: "Seçen" Kraliçe değil, Osmanlı Padişah’ı olurdu. 

Ve "veraset" meselesi yüzünden "Bakire Kraliçe"nin de pek şansı yoktu.


Yazmadan edemeyeceğim: 

İngiltere feodalizmi tasfiye edip "kapitalizmin" çarklarını döndürüp toplumu harekete geçirirken, Osmanlı siyasi açıdan dünya devi olmasına rağmen, ticari hayatındaki dinsel gelenekçilik yüzünden hem ticari hem de kültürel anlamda gericileşme sürecine girdi.

Bugün durum ortada; İngiltere nerede biz neredeyiz? 
Onlar Kraliçe I. Elizabeth için film üzerine film çekiyor.

Biz her şeyi sineye çekiyoruz!


Soner Yalçın, Hürriyet 2007


***


ELİZABETH

Yönetmen : Shekhar Kapur , 1998 İngiltere
Oyuncular: Cate Blanchett,Geoffrey Rush, Vincent Cassel

Katolik kraliçe Mary ölür ve tahta pek istenmese de protestan olan ve öldürmeye kıyamadığı kardeşi Elizabeth geçer. Elizabeth in önünde uzun ve bolca dikenli bir yol vardır. etrafında hem destekçileri hem de her fırsatta katolik egemenliği geri getirmeye çalışan insanlar vardır. bunun yanında evlenmesi ve kendisinden sonra tahta geçmesi gereken bir vasil bırakmak zorundadır. Tüm bu zorlukların arasında elizabeth in ingiltereyi nasıl yöneteceği ise tam bir muammadır.


Sadece Cadıları değil, Kilise karşıtlarını da yaktılar....
Sonrasında ise bir Protestan Tahta geçer.....


Fragmanı : 

....


ELİZABETH : ALTIN ÇAĞ / Elizabeth: The Golden Age

Yönetmen: Shekbar Kapur , 2007 Fransa ,İngiltere
Oyuncular: Cate Blachett, Clive Owen, Abbie Cornish

Kraliçe Elizabeth'in kuzeni olan İskoçya Kraliçesi Mary Stuart, İngiliz tahtını ele geçirmek için İspanya Kralı Philip ile çeşitli komplo planları yapmaktadır. Elizabeth'in sadık ve güvenilir danışmanı Sir Francis Walsingham, kraliçeyi komplo ve tuzaklardan koruyabilmek için vargücüyle çaba gösterir. İmparatorluğunu korumak için savaşa hazırlanmakta olan Elizabeth, macerapest ruhlu yakışıklı denizci Raleigh'e karşı hissettiği beklenmedik duygular ile kraliyet sarayındaki görevleri arasındaki hassas dengeyi tutturmak zorundadır.


Fragmanı : 


***

Osmanlı yardım etmeseydi , 
bugün dünya hangi eksende dönecekti acaba ?
Şimdi ise bulunduğumuz konuma bak !

Dönecek , dönecek ....



SB.







Der Medicus / The Physician / İbni Sina






MEDİCUS FİLMİNDE Ki ÇARPIK ANATOMİ;
BAŞ İLE AYAĞIN YER DEĞİŞTİRMESİ

Medicus Filmine Almanya da ilk gösterime girdiği gün gittik arkadaşla ..hep şunu söylüyordum arkadaşa filme girmeden önce "bak İbni Sinayı kesin Pers olarak gösterecekler ama meraak ettiğim Selçuklu'yu nereye koyacaklar?" Filme girdik anlatılacak o kadar saçmalık tarihi gerçegi ters yüz etme var ki..)bir kaçını sıralayabilirim...

1. Ortaçağın Kilise yobazlığıyla inleyen İngiltereden rob adında bir genç Ustasının gözlerini ameliyat eden yahudilerden bu işin esas ustasının Doğu da İbni Sina adında Dünyanın en iyi Hekimi olduğunu öğreniyor, bu da İbni Sinanın talebesi olmak için yollara düşüyor..

Haritada Persien yazmışlar  - Halbuki o devirde bırakın Persien ismini Pers Devletini Pers ismi bile yok...

2. Selçuklular ile İlk karşılaşma ;kervandan arta kalanlar bir kale içinde ki Kentin atlılarca kadın çocuk demeden katledilişini izler ve o katiller sürüsü orayı atlarıyla terkederken İngiliz yanında ki zenci arap deveciye soruyor bunlar kim diye ?

Zenci arap devecinin cevabı cok enteresan "Selçuklular;bunlar kuzeyli göçebeler"

Filimde bile olsa Kitabın yahudi yazarı bir zenci arap deveciyi bile sözkonusu Türkler olduğunda yerleşik bir medeniyet sahibi gibi göstertebiliyor demek ki...

3. İngiliz Talebe İsfahana geliyor ama ne büyük bir Alimin önergesi nede parası olmadığı için Medreseye alınmıyor birde dayak yiyip bayıltılıyor ama nasıl oluyorsa gözlerini açtığında bir anda kendini İbni Sina'nın yanında buluyor ve o günden itibaren bu Ortaçağ İngilizi Devrin en büyük Bilim Adamı , Doktoru İbni Sina'nın en iyi Talebesi oluveriyor :) birde üstüne üstlük bu İngilizin ,İbni Sinanı'nın hiç bir talebesinde ve hatta kendisinde bile olmayan Tanrı vergisi büyük bir yeteneği var ;Adam ölümü ve kimin öleceğini elini tuttuğunda net görebiliyor :)))

4. İbni Sina'yı muhteşem çıkışlarıyla Ortaçağ İngizasyon bilimsel altyapısıyla derste ve teneffüste etkileyen bizim İngiliz ,Büyük Alimin gözüne giriyor ve Büyük Alim onu Şahın huzuruna çıkarken bile yanında götürüyor...

Filimin en ilginç sahnelerinden birisi burda yaşanıyor ve Şah bu ilk gördüğü İngilize diyor ki "biraz daha erken gelseydin bir Selçuklunun gövdesinin pis başindan ayrılışına tanıklık etmiş olacaktın!" Tam bu sırada İbni Sina diyor ki "şah hazretleri bu iyi olmadı zira Selçukluların Atının eğerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeyleri yok,oysa sizin bir medeniyetiniz var!!!"

5. Fakat o da ne Şah Hazretleri de aynen bu İngilizden İbn i Sina kadar etkileniyor...hatta ondanda fazla..İngilizi Av partilerine davet edip kendi has cariyelerini buna teklif ediyor . 

6. ee İngiliz erkeği olurda ona aşık olan kadın olmaz mı (Avrupa ve Amerikan filimlerinde sık görüldüğü gibi bu erkeğin cazibesine en güzel kadınlar dayanamıyor ve kocasını boynuzluyor.. ama bu tabiki kadının kadınlığını kocasında yaşayamama ve kocanın tam bir öküz gibi gösterilmesi ve Avrupalı erkeğin taa o zaman kadının tüm haklarını ve arzularını hissetmesi işleniyor biliçaltına seyircinin.

Oysa Kadınları Ortaçağ Avrupasında Cadı diye diri diri yakanlar kimlerdi? Selçuklular mı? ...

7. Bu ingiliz bir yandan aşk meşk işleriyle uğraşırken elbette İnsanlık adına Bilimsel araştırmalarıda ihmal etmiyordu ve Medresenin mahzeninde Ölüleri kesip iç organlarını inceliyor ve resimlerini çiziyor..ve günün birinde bunu bir yobaz yakalıyor ve seriat mahkemesine çıkarıyorlar.

Filimde İslamı savunanlar bir Barbar kana susamış bir yaratık sürüsü gibi gösteriliyor

8. Yakalanan ingiliz İbn i Sina ile beraber Ölüme mahkum ediliyor ve idam edilmek üzere zindana atılıyorlar ve zindanda İngiliz talebe Hocası İbni Sinaya Anatomi ,Fizyoloji ve Pathaloji biliminde dersler veriyor ;Hocasını talebe olarak eğitiyor... 

ve Koca İbn i Sina buna diyor ki "demek ki derste anlattığım Her Şey Yanlışmış!!!"

9. Şah bunları zindandan kurtarıyor ve bunu hazmedemeyen yobazlar uleması Selçuklularla anlaşıyor ve Kaleyi içten fethetme teklifinde bulunuyorlar...Şahın ölümcül hastalığına çarede dermanda bu İngizasyon bilimli İngiliz oluyor ve Şahı Ameliyat ediyorlar ameliyatı gerçekleştiren İngilize asistanlığı Devrin ve tüm zamanların en iyi Doktoru denilen İbn i Sina yapıyor  :))))

10. Selçuklular yobazların yardımıyla İsfahanı ele geçiriyor Ameliyatdan sağ cıkan Şah Savaş alanında tüm askerlerinin öldüğü bir yerde Atının üstünde bir Mihenk anıtı gibi ölen tek kişi olarak tarihe geçiyor İbni Sina kendini zehirliyor ve Kahraman İngiliz Rob Kalenin ardından tüm Beni İsrail Oğullarını Bir Musa Peygamber gibi kurtarıyor ....



Bu filimde ve Romanda resmen Tarihe yalan söyletmeye kalkmışlar..resmen Bir Gövde de başlar ile ayakları yer değiştirtmişler Başı Ayak diye gösterip gerçek Ayağı ise Baş diye pazarlamışlar tabii yerseniz...yememek içinse 
Tarihinizi iyi öğrenmeniz ve bilmeniz şart...




Hakikatlar ise ;

1. O devirde Pers diye bir şey yoktur
2. İbni Sina Türktür (İbni farsca oğlu demektir Sinanoğlu'dur manası ve Sin Sine Sina Sena Sinan Sinem Senem Zena Asena isimlerinde olduğu gibi bu bir öz be öz türkçe isimdir)

3.İbn i Sina hiç bir dönem bir Fars şahına hizmet etmemiştir hayatı hep Türk Devletlerine hizmetle geçmiştir yalnız bir kere bir Arap beyliğinde bir Arap Şeyhinin özel Doktoru olmustur ve sonra orada zindana atılmıştır ama İbn i Sina(Sinanoğlu) zindandan kaçmayı başarmıştır...

4. İbn i Sina öteden beri Türk diyarı olan BUHARA Doğumludur ,mezarı İranın Hamadan şehrindedir ve bugün bie Hamadanlılar hala Türktür,Babası Mevlanayla aynı memleketten Belh'ten dir...

5. Barbar ve "Atının eğerlerinden başka kaybedecekleri hiçbirşey olmayan bir zavallı göçebe diye gösterilen Selçuklular ise Dünyanın en gelişmiş İmp.luklarından birini kuran ve bugünkü Avrupa'daki bir sürü zavallı insanların bile gelip iş bulduğu çalışıp karnına doyurabildikleri Hazar İmparatorluğunun devamıdır...

Büyük Selçuklu İmp.luğunun temelini atan Selçuk bey filimde itiraf edildiği gibi Kuzey den gelmiştir..(Kuzey neresidir peki? Hazarlardır) ve Hazar İmp.luğunda bir üst yöneticidir Selçuk bey ve bir anlaşmazlık sonucu kardeşleri ve bir büyük boy ile güneye İran coğrafyasına göçüp Büyük Selçuklu İmp.luğunu kurmuşlardır.

6.  Selçuklu zamanı muhteşem el sanatları resimleri...minyatürleri çini sanatını ... Hangi göçebe bir Halk bunu yapabilir..? 
Göçebe olan Millet sadece karnını doyurmak ve başka milletlere yem olmamak için hayatta kalma mücadelesi verir

7. Selçuklulara barbar kültürsüz göçebe yapıştırması yapan İngilizler o dönem Kadınlarını Cadı diye ve en ufak bir yeniliği şeytanla ortak iş diye İngizasyon mahkemelerinde yargılayıp diri diri yakıyorlardı...bunların yaptığı tam halk deyimiyle "yavuz hırsız ev sahibini bastırır"mantığı...köklerinin derin olmadığını ve tarihlerinin karanlık olduklarını bildiklerinden aşağılık kompleksleriyle kıvranıp sömürüden elde ettikleri parayla uyduruk romanlar yazıp büyük bütçeli filimler çekip İNSANLIK TARİHİNİN GÖVDESİNDE BAŞLA AYAĞIN YERİNİ DEĞİŞTİRMEKTİR...


TCan/Almanya


....


Der Medicus / The Physician (Hekim) 
(Güya) İbni Sina'yı (*) anlatan bir film.

Film 1.000 yıl öncesinin İngilteresinde başlıyor. Bir İngiliz genci annesinin ölümüne engel olamadığı için zamanın en ünlü doktoru olarak adını duyduğu İbni Sinayı bulup öğrencisi olmak için, İngiltereden, (bugün İran'da kalan) İsfahan'a gitmek üzere yola çıkıyor.

Filmde geçen bazı olaylar ve çarpıtmalar:
- Selçukluları kırk haramiler gibi, haydut çetesi, yol kesen, katil sürüsü, sürekli kötülük saçan ve kara kuru, tipleri bozuk adamlar olarak gösteriyor.

- Bu İngiliz, güya İbni Sinadan birşeyler öğrenecek, ama O daha kabiliyetli çıkıp bir ameliyat bile yapıyor ve ameliyatta koca İbni Sina, bu İngiliz p.çine asistanlık yapıyor. Evet aynen öyle...

- Filmde İbni Sinanın öğrencisi olmak için yahudi veya müslüman olmak gerektiği belirtildiğinden, hrıstiyanlığını gizleyip, kendisini yahudi gibi gösteriyor. Kuvvetli bir yahudi ve hrıstiyan propagandası var.

- Yahudilerin bir kadına zinadan dolayı recm cezası vermeleri olayı var. (Bu recm cezası, yahudi inanışında olup, islamiyette yoktur.) Filmdeki ender doğru bilgilerden biriydi herhalde...


- Filmi izleyecekseniz; 

- Selçukluların adı anılarak, derinden verilen Türk düşmanlığı mesajlarını ve

- "İbni Sinaya bile bazı şeyleri, biz hrıstiyan İngilizler öğrettik kardeşim" mesajlarını görmenizde fayda var...

...

(*) Batılılar İbni Sinayı Avicenna olarak tanır. Tarih boyunca bir Türk kenti olan Buharada doğmuş, bir Türk bilim adamıdır.

Hekim olarak bilinmesine rağmen, Matematikten felsefeye, Uzaybilimden, mantığa kadar bir çok çalışması vardır.)

Mesela şu canlandırmalara bakın.





F.Akkuş / Türkiye


....







İBNİ SİNA’NIN (AVICENNA) 
TÜRK VE DÜNYA EĞİTİM TARİHİNDEKİ YERİ
Prof. Dr. Yahya AKYÜZ


Büyük Türk filozofu, ahlâkçısı ve hekimi İbni Sina (980-1037) gerek Türk gerek dünya düşünce, tıp ve eğitim tarihinde çok önemli bir yer tutar. Fakat o Türkiye’de pek az tanındığı gibi, eğitim görüşleri üzerinde ise hiç durulmamaktadır. örneğin, iki ciltlik Pedagoji Tarihi adlı kitabında H. Fikret Kanad ona hiç yer vermez... Oysa onun, tıp alanında olduğu kadar eğitime ilişkin bazı görüşleriyle de Batıyı etkilediği ve asırlar sonra “yeni eğitim” akımını başlatan ve geliştiren eğitimcilere ilham verdiği düşünülebilir.

Bu görüş ilk kez tarafımızdan ve bu yazımızda bir varsayım olarak ileri sürülmektedir ve geçerliliği gerek bu yazımızda, gerek daha sonraki çalışmalarımızda araştırılacaktır. Fakat şu soruyu şimdiden ortaya atmamız da çok anlam taşımaktadır: îbni Sina, ölümünden yüz yıl geçince Avrupa’da eserlerinin Latince çevirileri ile tanınmakta ve üniversitelerde okunmaktadır. Bu 500 yıl kadar sürecektir. 

J.J. Rousseau başta olmak üzere “yeni eğitim” çilerin onu okudukları, ondan yararlandıkları düşünülemez mi? Üstelik Rousseau, Orta Çağda Müslümanların eski Yunan bilimini o zaman “karanlıklar içindeki” Avrupa’ya aktarma gibi bir rol oynadıklarını söyler (İlimler ve Sanatlar Hakkmda Nutuk). Bu da onun Orta Çağdaki Müslüman bilim adamlarını ve onlardan biri olan Ibni Sina’yı okumuş, incelemiş olabileceğini akla getiriyor.

Îbni Sina çocukken oyunu çok severmiş. Birgün yine oynarken bir ihtiyar, “— Sen çok akıllısın, ileride bir âlim olacaksın, sana oyun yaraşır mı? Derslerine çalış.” der. Küçük îbni Sina şu cevabı verir: “— Her yaşın belli bir.hali vardır. Çocukluğun yakışığı da oyundur. Her yaşın hakkı verilmelidir.”

Küçük İbni Sina'nın bu cevabı, bugün pedagoji ve psikolojinin ulaştığı gerçeklerden birinin ifadesidir.

İbni Sina daha gençlik yıllarında döneminin felsefe, tıp tabiiyat, teoloji, matematik, v.s. alanındaki tüm bilgilerini öğrenmiş ve kendisine Aristo ve Farabi’den sonra gelen üçüncü öğretmen, Üstad anlamında muallim-i salis denmiştir.

İbni Sina’nın Türk ve dünya eğitim tarihinde önemli, bir yer tutması başlıca şu nedenlerden ileri gelmektedir:

1. Tıp bilimine katkıları ve tıp öğretiminin konularını tespit etmesi nedeniyle,
2. Ahlâk ve fazilet eğitimine ilişkin görüşleri nedeniyle, 
3. Hükümdarın siyasal eğitimine ilişkin görüşleri nedeniyle,
4. Bilime verdiği büyük önem nedeniyle, 
5. Beden eğitimi konusundaki görüşleri nedeniyle, 
6. Çocuğun bakımı, sağlığı, eğitim ve öğretimi ile ilgili görüşleri nedeniyle.

Tamamı pdf: 



***



İbn Sina'nın Mineroloji /Kimya Çalışmaları

Erken tarihlerden itibaren varlık problemi içinde doğanın oluşumu, varlığın öğeleri, maddenin ne olduğu ve canlı ve cansız maddenin ne yönlerden farklı oluğu gibi konular felsefenin ve bilimin konusu olarak ele alınmıştır.

Nitekim meşhur filozof-bilim adamı Aristo yazdığı bazı eserlerde bu konular üzerinde durmuştur. Onun Meteorologica adlı eserinde, Mineroloji adlı bir eser kaleme alarak doğadaki oluşum ve minerallerin kökenini açıklayacağını kaydettiği iddia edilmiş ve buna bağlı olarak da Mineroloji adlı İbn Sina'nın kaleme aldığı eserin Aristo'ya ait olması gerektiği iddia edilmiştir. Ancak, makalede verilecek ayrıntılı bilgiden de anlaşılacağı gibi, bu kitap İbn Sina'ya aittir. Bunun en açık delili İbn Sina'nın Şifa adlı eserinin bir kısmının bu konuya ayrıldığı ve verilen açıklamaların Mineroloji'dekilere benzerlik gösterdiğidir.


1. Meteorlar ve yeryüzü şekillerinin oluşumu
2. Minerallerin meydana gelişi

İbn Sina bu açıklamalarında özellikle, elementlerin kendine ait özellikleri olduğu ve onların bazıları kullanılanılarak diğerlerinin elde edilemeyeceğidir (transformasyon teorisi).


Mineroloji: link

Kimya: link


Ay'da İbn-i Sina (Persmişşşş!)


El-Kanun fi't-Tıb (Canon of Medicine ) 


İngilizce fragman:The Physician 


DER MEDICUS Kritik inkl. Filmszene Trailer Deutsch







İBNİ SİNA TÜRKTÜR
Meteorologica adlı kitap İbn Sina'ya aittir

TÜRKLER BARBAR DEĞİLDİR
SELÇUKLU BİR İMPARATORLUKTU
BATI, KÖTÜLEME ve SAHİPLENME
HUYUNDAN VAZGEÇMELİ !



İBNİ SİNA - DUŞANBE / TACİKİSTAN











25 Mayıs 2014 Pazar

PASİFİC - İZMİR / ERMENİ VE RUM YALANLARI



200 milyon dolarlık dizide Türkiye"ye ağır itham!




ABD"de HBO kanalındaki Spielberg ve Tom Hanks ortak yapımı "The Pacific" isimli dizide, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ordusunun Pasifik cephesinde görevli Amerikan askerlerinin hikayesi konu ediliyor. 14 Mart"ta Amerika"da yayınlanmaya başlayan 200 milyon dolarlık rekor bütçeye sahip dizinin geçtiğimiz pazar günü yayınlanan 3. bölümünde ise 1922 yılında İzmir"in 3 yıl süren Yunan işgalinden kurtuluşu sırasında Türklerle ilgili asılsız suçlamalar yer alıyor.

Dizide Japon askerlerine karşı Pasifik"in Guadal Canal bölgesinde savaşan Amerikan deniz piyadeleri, 1943 yılında çatışmaların ardından gemilerle Avustralya"nın Melbourne kentine getiriliyor. Dizinin ana karakterlerinden olan Bob isimli Amerikalı asker burada tanıştığı Yunan asıllı bir kızın ailesinin evine gidiyor. Ailesiyle yemekte sohbet eden Amerikalı asker, kızın ailesine Yunanistan"dan Avustralya"ya neden geldiklerini soruyor. Kızın annesi İzmir"den geldiklerini söyleyince Amerikalı asker Bob, İzmir"in Türkler tarafından alındığını söylüyor. 

Bu diyaloğun ardından Yunanlı anne Kurtuluş Savaşı"nda İzmir"in Türk ordusu tarafından kurtarılması hakkında çirkin ithamlarda bulunuyor. Dizide İzmir"in Türkler tarafından yakıp yıkıldığı iddia edilen sahnede Yunanlı anne, "Türkler 1922"de girip yakıp yıktılar. Her şey gitti. Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi kaçardın. Ama biz rıhtıma kadar gidebildik. Sonra bir gemiye yüzdük. Kaptan bizi gemisine aldı ve Pire"ye kadar götürdü. Hayatlarımızı kurtardı. Ama evimiz gitmişti. Ne yapacaktık? Buraya geldik" şeklinde konuşuyor.

Dizide Türk askerinin Yunan işgalinde bulunan İzmir"i kurtarmasının çarpık bir dille anlatılması dizinin yayınlandığı internet sitelerinde de Türk izleyicilerin tepkilerine yol açtı. İzleyicilerinden bazıları tepkilerini dizi sitelerinde yazdıkları yorumlarla dile getirirken, dizinin yayınlandığı televizyon kanalına da Türk izleyicilerden tepki yorumları gönderildi. 

egedesonsoz
 (ben de tepki maili atmıştım-SB.)



İZMİRİ ERMENİLER YAKMIŞTIR

İzmir"i yakanların Ermeniler olduğunu gösteren belgeler 1989 yılına kadar Amerikan senatosunda gizli tutulmuştur. İşte belgeler ve şahitler: 


1-) İzmir İtfaiyesini organize etmek üzere gelmiş olan Grescovtch"in 12/13 Eylül"de çıkan ve 3 gün süren yangının görgü ve yangın söndürmekle görevli şahidi anlatıyor:

Yangından önce örgütlü bir grup Ermeni genci, şehir Türklerin eline geçerse yakmaya ant içmişlerdi"¦ Bu plân acımasızca uygulandı.
Yangının ilk gün ve ikinci gecesinde 25 kadar yangının eş zamanda çeşitli yerlerden parladığını gördük.

Ermeni okul ve kiliselerine girdiğimde benzin tenekeleri ve hazırlanmış kundaklar bulduk, Kadın kılığına girmiş ve yangın çıkartmakta olan çok sayıda Ermeni yakalandı ve birçoğu hemen kurşuna dizildi.

Ermeni hastanesinin Türkler tarafından yakıldığı büyük yalandır. Ben, askerlerin yaralıları disiplinli bir şekilde Ermeni hastanesine yerleştirildiklerini gördüm.

2-) 8 Eylül 1922"de bir Amerikan destroyeri ile İzmir, yakın doğu yardım komitesi üyesi olarak gelen Mark. O. Prentiss, Amiral Bristol"a 11 Ocak 1923"te gönderdiği mektupta İzmir"i Yunalıların yaktığını açıklar,

3-) Görgü şahidi, "near east relief of America" gazetesinin iki muhabiri A.Tallen ve Miss Fl.Billing:
Yunanlıların 1919 -1922 işgâllerinde ve kaçarken çeşitli şehirlerde yaptıkları toplu öldürme, ırza geçme, yangın, yağmalamalarla ilgili olarak İstanbul"a gönderdikleri raporlar.

8-16 tarihleri arasında İzmir"de olayları bizzat yaşamış olan Amiral Bristol"un Kurmay Başkanı Yüzbaşı A.J Hepburn, 25 Eylül 1922"de 47 sahife halinde hazırladığı raporu bizzat Amiral Bristol"e kendisi vermiştir.

O zamanın Amerikan konsolos yardımcısı Maynard Barnes tarafından İzmir"i Ermenilerin yaktığını bildirir raporu.
Bu belgeleri Amerikalı araştırmacı Heath W. Lovry ortaya çıkarmıştır. (U.S.N.A.)


Dumlupınar"dan savaşarak gelen yorgun ve içinde yaralı askerlerin bulunduğu ordunun, şehrin yiyecek depolarına ve hastanelerine ihtiyaçları vardır. Bu durumdaki ordu yalnız bu gereksinimleri için şehri olduğu gibi ele geçirmek ister. Şehrin Türk ordusu tarafından yakıldığını söylemek iftira üstü, inanılamayacak derecede bir alçaklıktır.

Büyük Britanya"nın, o zamanki deyimle Türklerin bir numaralı "hunhar" düşmanı Lloyd CORC hemen bir sirkülerle aşağıdaki yasakları koymuştur:


Ermenilerin hazırlıklı ve plânlı bir şekilde İzmir"i yaktıklarını, Amerikalı gazetecilerin, Yunanlılar kaçarken işledikleri cinayetleri, İzmir"de şehirde, Yunan/ Ermeni işbirliği sonucu yaptıkları katliam, ırza geçme, yıkım ve yağmalarını içeren, Amiral Bristol"ün raporunun yayımlanması yasaktır.(Foreign Office 371 /3404 /16247 - Kamûran Gürün, Le Dossier Arménien TTK, 1983 Ankara // Clair Price,The Rebird Of Turkey N.York1923.s. 189)) 


Bu rapor, yalnız başına İzmir"in Ermeniler tarından yakılıp işlenen cinayetleri kat"i ve bilimsel bir şekilde açıklayan, tarihsel değerde bir belgedir ve suçluları Britanya hükümetinin başbakanının imzasıyla açığa çıkarmaktadır..

Haluk Tarcan 31 Mart 2010 


Bir yorum.
Sayın Tarcan
Bu yalanın cevabı ve belgeleri Türkçe Kitabımın (Soykırım Tacirleri) s.380-381 de ve İngilizce kitabın "The Genocide of Truth" (İnternetten herkes erişebilir "“ Turkish Armenians) 629 - 630 sayfalarında tamamen en muhkem yabancı kaynaklarla verilmiştir. 

Okuyanı yoksa ve havaya konuşuluyorsa ben ne yapayım... 
Şükrü Server Aya 

"Genocide Of Truth" by Sukru Server Aya, Based On Neutral or Anti-Turkish Sources




kitaptan:
"The view of Turk's in Barton's message to Harding and Hughes was inappropriate, as remarked by Pres.MacLahlan of International College. The Turks did not massacre Greeks, as Greeks had done to Turks in May 1919. Turkish army protected Int.College during the disruption of the occupation;a Turkish cavalryman rescued MacLahlan from ireegulars who nearly beat the missionary to death.

Mr.L.R.Whittall, banister-at-law, who has been in Smyrna for some years said that there was no evidence as to who set fire to the town, but it was the consesus of opinion was that it was Greek and Armenian incendaries.


Mr.H.Lamb,the British Consul General at İzmir reported that 'he had reason to believe that Greeks in concert with Armenians had burned Smyrna'. This was confirmed by the Sept.22nd, dispatch of correspondent of the Petit Parisien.


Admiral Mark L.Bristol in US Library of Congress,Naval Records Coll.Group,45.Letter dated Jan.11.1923, signed by Mark O.Prentiss:attaching a long report on İzmir Fire,confirming that the fire was started by Armenians and Greeks using Turkish soldier uniforms ! The Bridgeport Telegram ,Jan22,1923:Prentiss Blames Armenians for firing City of Smyrna.




"Fransız Kaynaklarının Işığında 1922 İzmir Yangını" :
Oktay Gökdemir 


"13 Eylül 1922"de başlayan İzmir Büyük Yangını tarihin en spekülatif olaylarından birisidir. Büyük Yangın, sadece tarihi bir olay değil aynı zamanda Türkiye"ye karşı yürütülen bir politik kampanyadır. Yangından kimin ya da kimlerin sorumlu olduğu konusunda çeşitli iddialar olsa da Fransız arşiv belgeleri bize açıkça İzmir"de yaşayan Türklerin kendi şehirlerini yakmadıklarını gösteriyor. 

Konu üzerinde gerek Fransız konsolosluk raporları gerekse diğer birinci el kaynaklar, yangının sorumlularının Ermeniler olduğunu açıklamaktadır. İzmir Körfezi"ndeki Fransız savaş gemilerinin kumandanı Amiral Dumesnil"in raporları İzmir Yangını hakkındaki en önemli belgelerden biridir. Bu makalede, İzmir yangınına ilişkin Fransızca kaynaklar kullanılarak konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır." 








"İZMİR YANARKEN" 
BİRİ ,AMERİKAN PROPAGANDASI: RUMLARIN ÇEKTİĞİ ACILAR ,ABD NİN GIDA DAĞITIMI ,YANGIN VE GÖÇ.



DİĞERİ NTV'NİN YAYINLADIĞI ,
YAZILAR SANSÜRDE, YANGININ BOYUTU



YANGIN BÜYÜK VE HER İKİ TARAFTA ACI ÇEKTİ. 
SAVAŞLARA KARAR VERENLER MASA BAŞINDA İKEN, 
CEREMESİNİ ÇEKEN HEP HALK OLMUŞTUR.

TARİHİ DOĞRU ANLATMAK GEREK. 
İZMİR'İ ERMENİLER VE RUMLAR KAÇARKEN YAKMIŞTIR.
ARTIK SAVUNMAYI BIRAK, TAARRUZA GEÇ.
BİLGİ VE BELGELERLE
TÜM DÜNYAYA HAYKIR.



AMA ŞUNU DA UNUTMA !
SEN ONLARIN İŞKENCE ETTİĞİ, ÖLDÜRDÜĞÜ MAZLUMLARIN NESLİSİN,
SEN ONLARA ASLA BÖYLE DAVRANMADIN,
YİNE DAVRANMA !

SB